16 Şubat 2018 Cuma

19. YÜZYIL OSMANLI-ALMAN İLİŞKİLERİ


19. YÜZYIL OSMANLI-ALMAN İLİŞKİLERİ
      Giriş:
      19.yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu umutsuz durumdan çıkış aradığı bir dönemi çağrıştırmaktadır. Bu yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu büyük toprak parçalarını kaybetmiş, ordusu savaşlarda sürekli bozguna uğratılmıştır. Osmanlı içinde bulunduğu bu durumdan ıslahat çalışmaları yaparak kurtulmayı amaçlamıştır.
      Osmanlı İmparatorluğu orduda modernizasyon için ilk Fransızlar ile anlaşmış, fakat onların modernizasyon çalışmaları da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1830’lu yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Mısır meselesi yüzünden tamamen İngilizlerin güdümüne giren bir yelkenli gibi hareket etmiştir. Bu sayede Tanzimat Fermanı ilan edilmiş, I. Meşrutiyet rejimi kurularak, Osmanlı’da Osmanlıcılık akımıyla yabancı unsurların egemen olduğu bir meclis dönemi yaşanmıştır. Osmanlıcılık akımıyla etnik unsuru ayırt etmeden tüm vatandaşların Osmanlı kimliğinde birleşmesi öneriliyordu.[1] Osmanlı, Osmanlılarındır ilkesini benimsenerek Osmanlı üst kimliğinde birleşmenin gerektiği savunulmuştur.[2] I.Meşrutiyetin ilanından sonra patlak veren Osmanlı-Rus (93 Harbi) savaşıyla birlikte II. Abdülhamit Osmanlı Meclisi’ni kapatarak İngilizlerin desteğiyle oluşturulan Osmanlıcılık fikri de son bulmuştur.
      II. Abdülhamit İngilizlere karşı veliahtlığından beri kuşku duyan ve İngilizlerin Osmanlı’yı parçalamaya çalışan bir devlet olarak görmüş ve Fransızları da onların ittifakı olarak görerek, onlar arasında ittifak yapmayan Almanya İmparatorluğu’na karşı sempati beslemiştir. Bu yazıda da görüleceği gibi Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Alman nüfuzu II. Abdülhamit zamanında başlamıştır. Yazı dört kısımdan oluşmaktadır. İlk kısmında Almanya’nın 19. yüzyıldaki durumu ele alınacak, ikinci kısmında ise Almanya’nın Osmanlı ile nasıl ittifaka doğru yol aldığı belirtilecektir. Üçüncü kısımda kimilerine göre ütopya olan kimilerine göre Osmanlı’nın tek çıkış kapısı olup, Almanya’nın Osmanlı zenginliklerini daha kolay ele geçirebilme amacını gösteren Bağdat demiryolu hattı irdelenecektir. Son bölümde ise I.Dünya Savaşı’na Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın ısrarıyla nasıl katılmak zorunda kalışının hikâyesi anlatılacaktır.
    



      1.19. YÜZYILDAKİ ALMANYA’NIN DURUMU
      Almanya, en büyük krallığı Prusya olduğu halde, 19.yüzyılın son çeyreğinin başlarına kadar irili ufaklı 39 devletçikten oluşan bir yapıdaydı. Alman devletçiklerini, Prusya’nın liderliğinde birleştirerek, Danimarka, Avusturya ve Fransa ile yapılan savaşları kazanarak Almanya İmparatorluğu haline getiren Başbakan Otto von Bismarck’tır.[3] 19.yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri ülkesi denilemezdi. Alman imparatoru eski Roma-Germen imparatorlarının halefi olduğunu söylemekteydi.[4] Bir dönem imparatorluk, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı gibi egemen güçlerin peşinde koştuğu alanlar için mücadele etmiş, bunda başarılı olamamıştır. Bismarck bu politikayı terk ederek, İmparatorluğu içe dönük ve barışçı dış politikalarla sağlam temelleri oturtmaya çalışarak başarı kazanmıştır.  Bismarck politikası akılcı diplomasinin örneğiydi. Bu politikanın esasını, büyük devletlerle özellikle İngilizler ile iyi geçinmek oluşturuyordu.
      Bismarck dönemi politikasında, denizaşırı bölgelerdeki her olay ve etkinlikte Almanya etkin rol oynamalıydı. Bismarck özellikle 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası imzalanan Ayastefanos Anlaşması’nın Rusya lehine hükümler içermesi üzerine, Berlin’de yeniden bir kongrenin toplanmasını sağlayarak, Balkanlar’da Rusya’nın etkin güç olmasını engellemiştir. O zamanlar Bismarck bunu Osmanlı’nın dağılmasını engellemek için değil, yeni kurulan Almanya’nın zarar görmemesi için yapmıştır. Bismarck politikası Uzakdoğu’da Almanya’yı etkin bir güç haline getiren olaylara vesile olmuştur.
      Almanya’nın birliğini geç kurması, sömürge elde etme yarışında İngiliz, Fransız ve Rusların gerisinde kalmasına neden olmuştur. Sömürgeler bu üç devletçe paylaşıldığından dolayı Almanya’ya yeni alanlar kalmamıştır. Almanya’nın hızla kalkınarak ürünlerini pazar, fabrikalarına ham madde aramaya başlaması Bismarck’ı ister istemez kolonyalist politikalar izlemeye zorlamıştır. Yeni sömürgeler elde edilmek istenmesiyle birlikte Bismarck’ın politikası terk edilmeye başlanarak, sömürge imparatorluğu kurulmak isteniyor ve milliyetçi saldırgan bir ideoloji benimsenerek Almanya yalnızlaşmaya doğru adım atmıştır. Bismarck, az sorunlu gördüğü Afrika ve Pasifik üzerine yayılmacılık göstermeye çalışmıştır. Bu noktada İngilizler ile anlaşmaya çalışmıştır.  İngiltere’nin 1882 yılında Mısır’ı işgal etmesi Almanya ile İngilizleri yakınlaştırmış ve Almanya, İngilizlerin çıkarlarını tanıyarak, Afrika’da sömürge elde etmesi kolaylaşmıştır. Afrika’daki alman sömürgeleri, dünyanın en iyi donanmasına sahip İngilizlerin inisiyatifine kalmıştır.
      Almanya’nın Afrika ve Pasifik’teki sömürgeleri değersiz olduğundan, zengin ve verimli alanların ele geçirilmesi gerektiği düşüncesi giderek artmış, bu yolda yapılan adımlar başarısız olmuştur. Bu nedenle gözlerini bakir alanlar olarak nitelendirilen, henüz endüstrileşmemiş zengin kaynaklara sahip devletlere göz dikilmiştir. Bunlar; Rusya, Osmanlı, İran ve Çin’di.
      Almanya’nın iktisadi zenginliğine yöneldiği ülkelerin başında gelen Rusya, Alman çıkarları için verimli bir alan olamamıştır. Almanlar ile Ruslar arasında Bismarck döneminde gizli bir ticari anlaşma yapılmıştır. Almanya, İngiltere’ye oranla daha ucuza ürettiği malları, Rusya’ya satmaya başlayarak karşılığında Rusya’nın zengin ham maddelerini almak istemiştir. Rusya, 19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren sanayi hamlesi yapmaya çalışmış ve ithalatını düşürmeye yönelik önlemler almıştır. Almanlardan yapılan ithalatı sınırlandırmak isteyen Ruslar, 1880’li yıllardan itibaren gümrük yasaları koyarak Alman etkisinden kurtulmuştur. İthalat, 1887 yılı itibariyle %46’dan %29’a düşmüştür.[5]
      Almanya’nın ilgilendiği ikinci alan ise Uzakdoğu’da bulunan Çin’di. Almanya’nın Fransa’ya olan askeri üstünlüğün getirmiş olduğu faydayla Çin ile ticari ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Çinliler ordularının modernizasyonu için Almanya’dan uzman talebinde bulunmuş ve böylelikle ilişkiler gelişmeye başlamıştır. 1895 yılında Çin, ilk borcunu almış, bölgedeki Alman yatırımları 700 milyon mark seviyesine ulaşmıştır.[6] Almanya’nın buradaki faaliyeti de çok uzun sürmemiştir. Uzakdoğu ile kara bağlantısının olmayışı, Uzakdoğu’ya Fransa ve İngilizlerin çok önceden yerleşmesi Almanya için büyük bir sıkıntı yaratmaktaydı. İngiltere gibi uzak denizlere ulaşan bir donanmaya sahip olunmaması ve Japonların da giderek büyüyen bir devlet olması nedeniyle Uzakdoğu’yu kontrol edebilmesi çok zordu. Bu sebeplerden ötürü Almanlar, Çin üzerinde nüfuz kurma çabalarından vazgeçmişlerdir.
      Almanya’nın ilgilendiği bir diğer alan İran olmuştur. İran’da tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi İngiltere ve Rusya’ya karşı öfke hâkim olmakta ve Almanlara karşı olumlu bakılmaktaydı. 16.yüzyıldan itibaren Rusya ve İngiltere İran ticaretini belirleyen hâkim güçtüler. 19. yüzyılın sonlarında İran Şahı Nasırüddün Han’ın Almanya’ya yanaşarak, Alman İmparatoru II. Wilhelm’den uzmanlar istemesi ve bölgedeki demiryolu imtiyazlarını Almanlardan yana kullanmak istemesi, Rusya ve İngiltere’yi endişelendirmiştir. İngiltere kendisi için zenginlik kaynağı olan Basra ve Hindistan gibi bölgelerin Alman nüfuzuna girmekten çekinmekteydi. Rusya ise sıcak denizlere inme politikasını sekteye uğrayacağından İngilizler ile anlaşmıştır. İran’ın kuzeyi Rusya etkisinde, güneyi ise İngiliz etkisinde olacaktı. İngiltere’nin Rusya’nın güneyindeki petrol çıkarları ve Rusya’nın Azerbaycan ve Horasan’daki zenginlikleri Almanlara kaptırmak istememesi üzerine Almanya, İran üzerinde gerekli nüfuzu kuramamıştır. İran’da nüfuz sağlayamaması Almanya’yı, Rusya ve İngiltere karşısında yer almaya itmiştir.
      Almanya’nın İran üzerinde de hâkimiyet kuramayacağı anlaşılınca, İngiltere ve Rusya’ya nefretle bakan Osmanlı İmparatorluğu Alman yöneticilerinin yeni hedefindeydi. Alman İmparatorluğu gözünü Ortadoğu’daki zenginlikleri elinde tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerindeydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici tabakası özellikle İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı karşısında pek dostane olmayan tavırları yüzünden Almanlara sıcak bakmaktaydı. Fransa’nın 1881 yılında Tunus’u, İngiltere’nin de 1882’de Mısır’ı işgaliyle birlikte nefret hat safhaya çıkmıştır. Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit bu iki devlete karşı şu sözleri söyler:
      “ İngiltere ve Rusya, evimizi harap eden iki fareye benziyorlar. Eskiden Fransa, bu iki iğrenç kemiriciye karşı istediğimiz vakit çıkarabileceğimiz emin bir müdafiimiz idi. Fakat Fransa, her gün biraz daha fazla bizden ayrılmaktadır. Allah’a şükür, bunu telafi için Almanya ile dostluk kurmuş bulunuyoruz. Bu namuslu müttefikimiz, herkesi hizada tutmasını bilecektir.” [7]
      Almanya, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde silah yoluyla nüfuz kullanamayacağını ve onu bu şekilde sömürgeleştiremeyeceğini bilerek Osmanlı üzerinde ordusuz ve silahsız bir şekilde nüfuzunu artırmak istiyordu.[8] Sebebi ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllarca egemen bir devlet olup, cihan hâkimiyetini benimsemesiydi. Bismarck döneminde Almanya, Balkanlar’da etkin bir politika izlememiş ve Osmanlı İmparatorluğu ile sınırlı ilişkiler kurmuştur. Bunun nedeni ise Almanya Fransa karşısında, Rusya ile çatışma içersinde girmek istemeyişiydi.
      19.yüzyılın sonlarına doğru tahta II. Wilhelm’in geçmesiyle birlikte, Almanya’da yayılmacı anlayışı simgeleyen Pancermenist akımı güçlenmiştir. Pancermenist akımın amacı, Alman politikasını, Avrupa ve denizaşırı alanlarda Alman kolonyalizmini sağlamak yönünde ilerletmekti. Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu üzerinde hâkimiyet kurarak onu Balkanlar’a yöneltmesiyle birlikte, Alman sanayicilerinin etkisiyle Osmanlı topraklarına el atmasıyla Rusya, ittifak olarak Fransa’yı görmüştür. 1880’li yılların sonlarında Rusya’yı kaybetmemek için İstanbul’u vaat eden Almanya, bu tutumunda vazgeçmiştir. Almanya açıkça dünya hâkimiyetinden bahsederek İngilizleri rahatsız ediyordu.  Almanya’nın 1903 yılında Bağdat demiryolunu inşaya başlaması üzerine İngilizler, Fransa ve Rus ittifakına katılarak Birinci Dünya Savaşı’nda kurulan İtilaf Devletleri bloğunu oluşturmuştur.
   
      2.OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE ALMANYA YAKINLAŞMASI
      1877–78 yıllarında Rusya ile yapılan 93 Harbi’nden sonra 1878 yılında Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Berlin Antlaşması’yla Osmanlı geniş bir toprak parçasını kaybetmiştir. Özellikle Balkanlar’da Bulgaristan yarı bağımsız bir konuma yükselirken, Bosna-Hersek ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakılıyordu. Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya yönelik politika izlemekteydiler. Berlin Konferansı, Osmanlı’nın dış siyasetini etkileyerek, müttefik olarak gördüğü İngiltere’nin kendi kuyusunu kazan düşman bir devlet olduğu gerçeğinin görülmesine sebep olmuştur.
      Berlin Anlaşması sonrasında iflas durumundaki Osmanlı maliyesini, Avrupalı devletlere borcuna karşılık Düyun-ı Umumiye kurumu yönetiyordu. Düyun-ı Umumiye yönetiminde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Bankası temsilcileri yer alarak, devletin belirli gelirlerine yabancı devletler el koymaktaydılar. Osmanlı hazinesi çökünce ülkenin doğal kaynakları tekelci imtiyazlarla yabancılara verilmeye başlanmıştır.[9] Osmanlı’nın ekonomisinde önemli payı olan maden ocaklarının üretimindeki büyük hisseyi yabancı şirketler almaktaydı ve Osmanlı uyruklu sermayenin payı giderek düşmekteydi.[10] Osmanlı bu süreç içerisinde yabancı bankalara teslim olmaktaydı. Tarım gelirleri çok düşük olup, büyükşehirlerde başta İstanbul olmak üzere ithalat oranı son derece artış göstermekteydi. Bunun en temel nedeni ilkel bir tarımın olmasıydı. Tarımdaki başarısızlıklar, sanayi kurma çabalarına sebep olmuş, fakat bu alanda da bir ilerleme sağlanamamıştır. Aslında Osmanlı zengin bir arazide bulunan, bu nedenle de dış güçlerin baskısıyla fakir olan bir ülkeydi. Batılı devletler Osmanlı İmparatorluğu’nu kendilerine muhtaç bırakarak Osmanlı’nın kaynaklarını işletebilmek istemekteydiler.
      Osmanlı yöneticileri, 19. yüzyılın son dönemlerinde ülkeyi içinden bulunduğu ortamdan kurtarmak için çok çeşitli fikir çalışmaları yapmaktaydılar. Yöneticilerin ıslahat konusunda ilk öncelik verdiği konu ordu ve bürokratik sistemdi. İmparatorluk, Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik akımlarına karşılık büyük devletlerle özellikle II. Abdülhamit zamanında denge oyunu oynamaktaydı. Osmanlı mali açıdan bağımlı bir haldeyken, bağımlı olduğu ülkeler arasından dilediği ile ilişkileri geliştirme hakkı vardı. Osmanlı’nın dış dünyaya nüfuz edecek gücü yoktu, ama halifelik vasıtasıyla İngilizlerin elinde bulundurduğu sömürgelere yönelik bir politika gütmeyi de düşünmekteydi.
      Berlin Anlaşması, Osmanlı’nın en ağır şartlarda imzaladığı anlaşma olmuş ve İngiltere’ye olan güven giderek azalarak Almanya’ya karşı yakınlık kurulmaya başlanmıştır. Bunun en büyük nedeni, İngiltere’nin politika değişikliğine giderek Osmanlı’yı parçalamak istemesiydi. Özellikle Başbakan Gladstone yönetimindeki İngiltere, Osmanlı’ya karşı açıktan tutum alarak, Osmanlı’daki İngiliz aleyhtarlığını alevlendiriyordu. Alman yöneticileri ise bu İngiliz politikalarına kendi çıkarları gereği karşı çıkarken, bir nevi Osmanlı’nın ilgisini çekmekteydi. İngilizler daha sonra politikalarını frenleseler bile Osmanlı yöneticilerinin güvenini kaybetmişlerdi.
      19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı-Alman yakınlaşmasını sağlayan en önemli etken, konjonktürün de zorlaması ile Sultan II. Abdülhamit’in şahsi tercihi olmuştur. Sultan, siyasî bakımdan diğer devletlere nazaran Almanya’yı daha az tehlikeli buluyor ve Avrupalı devletler arasındaki emperyalist rekabeti kullanarak, Osmanlı coğrafyasının dağılmasını geciktirmeyi umuyordu.[11] II. Abdülhamit Osmanlı’nın toprak kayıplarından İngiltere’yi sorumlu tutuyor ve İngiltere’yi Osmanlı’ya karşı Avrupa devletlerini kışkırtmakla suçluyordu.[12] Osmanlı yöneticileri içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için Alman yöneticilerinden yardım istemişlerdir. Bismarck dönemi Almanya’sı ise işbirliğinin tek koşulu olarak Osmanlı ile Avusturya’nın dostane ilişkiler kurması gerektiğini gösteriyorlardı.  Osmanlı bunu içine sindiremese de Avusturya ile dostluğu kabul etmiştir. Çünkü içinde bulunduğu durumdan bir tek Almanya’nın yardımlarıyla kurtulacağını inanmaktaydı.
      Almanya, Bismarck dönemi sonrası, Rusya’ya olan tutumunu sertleştirmiş ve bu şekilde Osmanlı’nın yöneticilerinin desteğini almıştır. Almanya’nın amacı Osmanlı’nın elinde tuttuğu zenginliklerden faydalanmaktır. Alman iktisatçılar, Balkanlar ve Ortadoğu’nun zenginliklerinin Alman tekniği sayesinde yakın gelecekte güç getirecek büyük bir kaynak olduğunu savunuyorlar ve Almanların bu bölgede nüfuz sağlaması gerektiğini ifade ediyorlardı.
      1880’li yıllara kadar Almanlar, Osmanlı dış ticaretinin dışında kalmışlardı. 1880’li yıllardan sonra Alman dış ticaretinde Osmanlı öncelikli yerini alıyordu. Ama Alman yatırımcılar daha fazla yatırım için Osmanlı’daki büyük demiryolu yatırımlarını, gemicilik faaliyetlerinin gelişimini ve Alman bankalarının desteğini beklemekteydiler. 1890 yılında Alman İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ticaret anlaşmasıyla Almanya lehine imtiyazlar genişlemiştir. Osmanlı tüccarına da en yüksek düzeyde statü verilse de Alman Hükümeti, Osmanlı malları için gümrük indirimine gitmiyordu. Aksine Osmanlılar, Alman mallarının kolayca ülkeye sokulması için her türlü fedakârlığı yapıyorlardı. Bu anlaşmayla birlikte Almanlar bankacılık sektörü dahil tüm alanlarda Osmanlı’nın içine giriyorlardı.
      Almanya’nın Osmanlı’ya nüfuz edişi, orduyu ve bürokratik sistemi modernize edecek Alman heyetlerin Osmanlı’ya gelmesiyle hızlanmıştır. Osmanlı modernizasyonu için Almanya ile 1880’li yıllarda yakın bağ kurulmuştur. Almanya ile modernizasyon için sözleşme yapılmıştır. Bu sözleşmeyle birlikte Osmanlı idaresi, Osmanlı üniforması ve rütbesi taşıyacak bazı asker ve sivil uzmanları kadrosuna alıyor, ancak bunlara Osmanlı Bankası tarafından düzenli olarak yüksek ücretler ödenecekti.[13] Osmanlı hizmetlerine girmelerine rağmen ayrıcalık hakları devam ediyordu. Osmanlı memuru olmalarına rağmen Almanya’daki memuriyet görev ve unvanları değişmeden devam ediyordu. Uzman subaylar çok kolay bir şekilde aldıkları unvanlar sayesinde Almanya’ya döndüklerinde rütbe yönünden yüksek bir konuma geliyorlardı. Bu yüzden Alman subayları Osmanlı’da görev almayı istiyorlardı.
      Alman ordusu, İngiltere gibi ücretli veya Rusya ve Osmanlı’daki gibi kara usulüne dayanan ordu yapısında değildi. Mecburi askerlik sistemi yerleştirerek daimi ordusunun yanına ihtiyat ordusunu da barındırmaktaydı. 1860’lı yıllardan itibaren giderek artan asker sayısı ile Avrupa’nın önemli bir gücü haline gelmiştir. Demiryollarının gelişmesi ordu sevkıyatını kolaylaştıran en önemli unsularından biri olmuş ve Almanlar bu alanda diğerlerinden bir adım öteye geçmiştir. Osmanlı’nın Almanya’dan ordu bazında yardım istemesi 19.yüzyılın ilk yarısında II. Mahmut’un Almanya İmparatorluğu kurulmadan var olan Prusya’dan istemesine kadar uzanır.[14] O zaman yapılan yardımlar etkin ve düzenli olmayıp, Almanya’dan gelenler, ordularını tamamen terk ederek gelmişlerdi.[15] 1880’li yıllardan sonra özellikle II. Abdülhamit’in gayretleri nedeniyle Alman yardımları düzenli olarak gelecek ve ordudaki Alman nüfuzu giderek artacaktı.[16]
      Berlin Kongresi’nden sonra Osmanlı ordusu tamamen Alman askerlerinin stratejisine bağlı ve Alman silahlarıyla donatılan bir ordu olmakta ve Alman askeri sistemiyle bütünleşmiş bulunmaktadır. Alman yetkilileri, Osmanlı ordusunun kolayca harcanıp ateşe gidecek askerler olarak düşünüyorlardı. Osmanlı ordusuna gelen Alman uzmanlar, Osmanlı üniforma ve rütbelerini taşımalarına rağmen, askerler Alman ceza kanununa, sivil memurlar da ilgili Alman kanunlarına tabii olmakta ve kendilerine Osmanlı makamları yaptırım uygulayamazdı. Alman ordusundan modernizasyonla gelen subaylar, rütbeleri bir bir yükselterek paşa unvanlarını alıyorlardı. Bunun en güzel örneğini albay olarak gelerek, daha sonra paşa olarak padişah yalverliğine atanan Von Kaehler Paşa’dır.[17]Alman subaylarının çalışmalarında başarısız olmasına rağmen padişah tarafından bol maaşa ve rütbeye tutulmaları, Osmanlı subaylarını kızdırmaktaydı.[18]
       Von Kaehler Paşa döneminde Osmanlı ordusu, Alman silah sanayinin en iyi müşterisi konumuna gelmiştir. Almanya’dan silah alımı özellikle Von der Goltz’un gelişinden sonra daha da artacaktır.[19] Sultan II. Abdülhamit, Alman askerî danışman Kaehler’in ölümünden sonra, 15 Ocak 1883’te Türkiye’ye gelen Colmar von der Goltz’u ferik unvanıyla 1886’da Osmanlı ordusundaki Alman reform grubunun liderliğine getirdi.[20] Goltz, göreve başladığında Balkanlar’daki Osmanlı topraklarında krizler had safhaya ulaşarak, Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında Doğu Rumeli konusunda baş gösteren kriz, daha sonra Bulgaristan’ın Doğu Rumeli’yi topraklarına katması ile şiddetlendi. Bu dönemde Goltz Balkanlar’daki bu tertibe karşılık Osmanlı’nın silah modernizasyonuna gitmesini istemiştir. Maliyesi zor durumda olmasına rağmen Osmanlı Devleti de, 1880 ortalarından itibaren, ordusunun savunma gücünü yeni silahlarla artırmanın zorunluluk olduğunu bilmekteydi. Goltz’e göre ileri sürdüğü askerî reformların ve daha başka birçok askerî modernleştirme projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni silahların alınmasına bağlıydı. Mehmet Beşerli’ye göre; bu dönemde hem Goltz hem de İstanbul’daki Alman diplomatları, Alman firmalarının Türkiye’deki gayri resmî ticarî temsilcileri gibi çalışmaktaydılar.
      19.yüzyılın sonlarına kadar, Alman silah firmalarının Türkiye’deki en etkili işbirlikçisi Goltz Paşa olmuştur. Haziran 1883’ten 1 Kasım 1895’e kadar Türk hizmetinde kaldı. Türkiye’de kaldığı süre içinde Osmanlı subaylarını yetiştirmek için, askerî eğitim konularına ağırlık verdi. Goltz, Alman silah firmalarının Türkiye temsilcisi gibi faaliyet göstermekteydi. Türk ordusuna silah satışı için, Alman diplomatlar ve Goltz politik ve askerî zemini hazırlarken, sermaye çevreleri ve bilhassa Deutsche Bank da kredi sağlamaktaydı.[21] Milyonlarca frank Alman fabrikalarına özellikle Krupp fabrikalarına akmaktaydı. Alman ordusu modernizasyon adı altında eski silahlarını Osmanlı ordusunu yüksek fiyatlar karşılığında satmaktaydı.
       Osmanlı ordusuna gelen Alman subaylarına karşılık, Alman ordusuna Osmanlı subaylarının gönderilmesi fikri, ordudaki Alman yakınlaşmasını sağlayan en önemli yarar sağlayan programdı. Ancak subay seçiminde titizlik gösterilmemesi, giden subaylara Alman ordusunun eğitiminden çok, Alman ordusunun ihtişamının gösterilmesi bu reformların başarısızlığında en önemli etkenlerden biridir. Almanya’nın önem verdiği konu, Almanya’ya Osmanlı subayı gelmesinden çok, Osmanlı’ya Alman subayı gönderilmesiydi. Çünkü Alman mallarının satışındaki en önemli etken buydu.
       Osmanlı ordu modernizasyonunda bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı üzerindeki Alman ticari etkisi giderek genişliyordu. Osmanlı İmparatorluğu geniş toprakları ve zengin doğal kaynaklarıyla, Almanya için zengin bir alanı oluşturmaktaydı. Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya topraklarından büyük bir rant sağlarken, Osmanlı’nın Avrupa topraklarıyla ilgilenmiyordu. Avrupa devletleri Osmanlı’ya karşı tutum alırken, bir tek Almanya sözde olarak Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruyormuş gibi gözüküyordu.  Almanya’nın destekliyor gibi gözükmesinin sebebi, Almanya sanayisinin hayati kaynaklarının Osmanlı topraklarında olmasındandı. Ancak Alman kontrolünde bütünlüğüne sahip olabilen Osmanlı İmparatorluğu bu kaynakların güvenliğini sağlayabilirdi. Almanya, Osmanlı’nın zenginliklerini ele geçirebilmek için Osmanlı topraklarına yönelik büyük bir yatırım hamlesi başlatmıştır.
       19.yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu İngiltere, Fransa ve Almanya arasında rekabete neden olurken, İngilizler daha sonraları Mısır ve Hindistan’a gözünü dikerken, Almanya ve Fransa kendi aralarında demiryolu ve bankacılık alanında çekişmeye girmişlerdir. Almanya’nın bu çekişmede avantajı vardı, çünkü ekonomik toplulukları oluşturan örgütlenmiş ticari odaları vardı.[22]  Almanların bankası olan Deutsche Bank vasıtasıyla Alman yöneticileri, İngiltere ve diğer devletlerin Osmanlı borçlarında satışa çıkardığı hisseleri satın alarak ekonomik nüfuzlarını artırıyorlardı. 19. Yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplam yabancı sermaye Osmanlı borçlarında, demiryolları ve bankacılık sektöründe toplanmıştır. Bankacılık sektöründe Fransızların üstünlüğüne rağmen Alman sermayesinin hızla büyümesinin nedeni, Osmanlı bütçesine daha fazla katkıda bulunmalarıydı. Ayrıca Almanlar demiryolu sektöründe giderek ağırlıklarını koymaktaydılar. Almanların yaptığı yatırımların verimli olmasından dolayı, Almanlar hem halk tarafından hem de Osmanlı yöneticileri tarafından benimseniyordu.

       3.OSMANLI’DAKİ İSLAMCILIK AKIMI VE BAĞDAT DEMİRYOLU HATTI
       3.1.Osmanlı’daki İslamcılık Akımı
       1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı Osmanlı Devleti’nin birliği için büyük bir tehlike oluşturmuştu. Özellikle savaş sonucunda imzalanan Berlin Antlaşmasıyla birlikte milli devlet düşüncesi Osmanlı’nın içinde bulundurduğu azınlıkları sarıvermişti. Bu görüşün, Müslüman Arapları da etkileyebileceğini düşünenler, İslamcılık ile birlikte Arapları Osmanlı sınırları içerisinde tutmayı amaçlamışlardı. İkinci Abdülhamit, Arapları Osmanlı Devleti’yle bütünleştirme çabaları içersindeydi ve İslamcılığı bir ideoloji olarak kullanmıştı. II. Abdülhamit dönemi çerçevesinde bakıldığında İslamcılık düşüncesi hareket kazanmıştır. Ayrıca parlamento dağıtılmış ve Panislamizm politikası geliştirilmiştir.[23] II. Abdülhamit zamanında uygulanmaya çalışılan politika Panislamist yani Müslüman tebaanın bir çatı olan Halife altında toplama politikasıydı.[24]  İslamcılık görüşüne göre Halife ruhani olarak değil, siyasi olarak da egemen durumundaydı. Bütün Müslümanlar, ülke, dil, renk farklarının üzerinde bir inanç değildi, aynı zamanda milleti oluşturmaktaydılar.
       İslamcılar, Osmanlı’nın çok uluslu yapısının korunmasına inanmışlar ve İslam Birliği’nin kurulmasını savunmuşlardır. Batıcıların dediği gibi sadece Avrupa uygarlığı yoktu, İslam uygarlığı da mevcuttu. İslamcıların geri kalmışlık karşısındaki çözümü ancak dine dayalı bir birlik oluşturmaktır. İslamcılık, İslam dinini teşvik etmek için değil, içsel birliği geliştirmek için bir araç olarak kullanılmıştı.[25] İslamcılık ideoloji olarak bu dini benimseyen Araplara hitap ediyordu. Kuran’ın Arapça olmasından dolayı dilinde bu yönde ilerlemesi gerektiğini söylemişlerdi.
       İslamcılık anlayışı aslında tüm Müslüman âlemini ırk, dil gibi kavramlarla ayırmadan halife altında birleştirmeyi amaçlayan bir politikayı andırıyordu. İslamcılık anlayışının temelinde Müslümanlık kavramıyla birlikte ırkçı milliyetçilik anlayışlarının son bulunacağı görüşü yatmaktadır. Bu şekilde, İslam ön plana çıkarılacak ve ümmetçilik anlayışıyla birlikte bölünme söz konusu olmayacaktı. İslamcılara göre, Kanun-i Esasiye’nin üzerinde Şeriat vardır. Şeriat, Allah’ın emrettiği adil bir topluluk oluşturmaya yönelik kaideler bütünüdür.
       İslamcılar, Müslümanların sadece maddi uygarlık alanında değil, manevi uygarlık alanında da Batılıların gerisinde olduklarını savunuyorlardı. Maneviyat olarak gerilik İslam’ın ilk zamanlardaki gibi keskin bir şekilde uygulanmasıyla giderilebilirdi. İslamcılara göre Batıcıların savundukları değerlerin özü Hıristiyanlık dininde geçiyordu. Bu nedenle İslamcılar, Batının sadece tekniği konusunda yeniliklerin alınmasını, maneviyatının alınmamasının taraftarlarıydılar.
       İslamcılar, Batıcıların dediği gibi eğitimde laik yapıların kurulmasına karşıydılar. Onlar toplumda yaşanması gereken dinsel hayatın önündeki engeli oluşturmaktaydılar. Dini eğitim öncelikli olup çocukların gerçek dinle eğitilmesinden yanaydılar. Din insanları iyiye değil, en iyiye doğru ilerlemesini sağlayan bir araçtır. Din eğitimi verilecek bütün eğitimlerden daha önemli ve diğer bilimlerinde esasını oluşturmaktaydı.
       Kadın hakları konusunda Batıcıların getirdiği peçe takılmasını ve örtü giyinmesini yasaklayan anlayışa ateş püskürmüşlerdi. Kadınların Avrupa’daki gibi tekeşli olması demek ahlakın bozulmasına yol açacaktır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi toplumun ahlakının korunması adına son derece önemliydi. Kadınların örtünmesinin bir dini vazife olduğunu savunmuşlardır.
       Batıcıların getirdiği yeniliklerin teknik kısmına karşı değillerdi fakat yenilikle beraberin Batının kültürünün alınmasına karşıydılar. Batıcılar, olara göre Avrupa’nın sadece kötü bir kopyasını temsil ediyorlardı. İslamcılar, koyu taassubu andıran bu görüşlerini Sebilürreşad adlı dergide yayımlamışlardır. Cemaleddin Afgani, Mehmet Sait Halim, Musa Kazım, Mehmet Akif Ersoy gibi İslamcılık anlayışını benimseyen aydınlar mevcuttur.[26]
       İslamcılık anlayışı, Müslüman ülkelerinde kolonileri olmayan, İngiliz ve Fransızlara göre Müslümanlara daha dost görünen Almanya’yı güçlü bir müttefik olarak görüyorlardı. II. Abdülhamit’in Rusya ile yapılan 93 Harbi’ni bahane ederek Osmanlı Meclisi’ni kapatması, Alman basını tarafından despotluk olarak görülmüştür. Bu noktada yeni gelişen demokrasi kavramını tam olarak kavramayan Alman Kayzeri II.Wilhelm, Alman gazetelerinin II.Abdülhamit’e yönelik muhalif tavrına yönelik o gazetelere baskı yaparak, Osmanlı padişahını hoşnut tutmaktaydı. Bunun nedeni Osmanlı üzerindeki nüfuzunun artmasını olumsuz etkileyecek herhangi bir olayın yaşanmamasını istemesiydi. Bu yüzden II. Abdülhamit, Alman imparatoru ile iyi ilişkiler kurmuştur.
       Osmanlı yöneticilerinin kurtuluş olarak İslamcılığı benimsemeleri, Alman yetkililer tarafından olumlu karşılanmıştır. İngiliz ve Fransız kolonilerindeki Müslümanların bu şekilde bu ülkelere karşı kışkırtılabileceğine inanmaktaydı. Alman yöneticiler, İslamcılığa destek vererek, Osmanlı’nın egemenliğindeki Arap yarımadasındaki zenginlikleri daha kolay elde edebilir ve Osmanlı üzerindeki nüfuzunu daha da artırabilirdi.  Gerçekten İslamcılık anlayışını benimseyen aydınlar da başta Mehmet Akif olmak üzere Almanya’yı müttefik olarak görüyorlardı. İslamcılık aslında sadece sözde bir akımı temsil ediyordu, Osmanlı’nın bunu gerçekleştirecek ne gücü ne de itibarı vardı. İslamcılık adına yazılar yazan aydınlar, Almanya’nın İngiltere gibi olmadığını, Doğu ülkelerini eski çağlardaki gibi ihtişamına ulaştıracak gerekli altyapı yatırımını yapacağını söyleyerek, halkın ve II. Abdülhamit karşıtlarının ilgisini çekmeye çalışıyorlardı. Almanya’nın özellikle Müslüman koloni bulundurmadığının altı çiziliyordu.
       Osmanlı yöneticileri özellikle II. Abdülhamit, Halife unvanını kullanarak, imparatorluğun en azından prestijini kurtarmaya çalışıyordu. Bu çalışmalara rağmen Araplar ile yeterli bir bütünleşme sağlanamamıştır. Çünkü Tunus, Fransa’nın işgali ile Fransızlaşmaya başlamış, Mısır ise İngiltere işgali birlikte İngilizleşmiştir. Arap aydınlar ile Türk aydınlar arasında iletişim kopukluğu yaşanmış ve yeni görüşlere kapılar kapanarak eğitimde tarih ve felsefe okunmamaya başlanmıştır.[27] Bu sebeplerden ötürü, İslamcılık yenileşmeyi sağlayamamış, imparatorluğu bulunduğu ortamdan kurtaramamıştır. Sadece Almanların İslam dünyasındaki saygınlığını artırarak etki alanını çoğaltmasına neden olmuştur. Alman yatırımlarıyla Helgoland-Bağdat hattı kurularak Almanya’nın Osmanlı’nın topraklarındaki hegemonyasının gerçekleştiğinin en önemli somut örneği oluyordu.[28]
      Alman ordusundan subaylar, eğitim ve sosyal yardımları yöneten kişiler, Osmanlı’ya gelerek, Osmanlı modernizasyonunu sağlayacaklarını iddia etmekteydiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi idaresi, yelkenlerini Alman yörüngesine doğru kırarak Almanya’nın güdümünde hareket etmekteydi. Almanya 20. yüzyılın başında Çin’de çıkan Bokser ayaklanmasına Müslümanların katılmasını önlemek için Osmanlı padişahının halifelik unvanını kullanmasını isteyerek, bildiri hazırlamasını sağladılar. Almanlar, Çin’deki ticari hacminin zarar görmesini istemiyorlardı. Bu olay bile Osmanlı’nın Almanya’nın güdümüne tam olarak girdiğinin göstergesiydi.
      1898 yılında Alman İmparatoru II.Wilhelm, ilişkilerin iyice ilerlemesi için önce İstanbul’a daha sonra da Kudüs’e  yolculuk yapmak amacıyla Osmanlı’yı ziyaret etmiştir.[29] Bu ziyaret sırasında İngiltere’nin Süveyş Kanalı’nı açmasına karşılık, Almanya’da Bağdat-Basra demiryolunu açmayı istemiştir. Bismarck politikasını tamamen terk eden Almanya, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı kesin tavır alırken, Ortadoğu’yu egemenliği altına almayı amaçlıyordu. İmparator İstanbul’dan yola çıkıp Kudüs’e doğru yola çıkarken Şam’da Protestan ve Katolik halklarının büyük ilgisiyle karşılanmış ve şu sözleri söylemiştir:[30] “Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selahaddin’in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamit’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan; gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafından 300 milyon Müslüman bilsinler ki Alman İmparator’u onların en iyi dostudur.” Bu ifadelerle Müslümanların koruyucusu olduğunu açıklayarak asıl amacının, Müslüman dünyasının zenginliğini ele geçirmek olduğunu gösteriyordu. İmparator ayrıca Osmanlı Protestanlarının koruyuculuğunu da üstleniyordu. Alman Dışişleri Filistin’de okul, kilise yapılması için arazi alımları yaparak, Filistin’e Almanca konuşan kalabalıkların yerleşmesini istiyordu. Bu gezilerin sonunda Almanya, Anadolu demiryollarının Bağdat’a kadar uzatılması için imtiyazı elde etmiş oluyordu. Artık Almanya, uzmanları ve silahlarıyla Osmanlı ordusunu, demiryollarıyla da Ortadoğu’ya nüfuz etmeye hazır konuma gelmiştir.
      3.2.BAĞDAT DEMİRYOLLARI
      19. yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında Alman şirketleri Osmanlı ülkelerinin zenginliklerinden yararlanabilmek için diplomasi trafiğini hızlandırmışlardır. Anadolu ve Mezopotamya’ya yapılacak bir yatırımın Almanya’ya çok avantajlar sağlayacağı düşünülerek, Bağdat-Basra demiryolu projesini faaliyete geçirmek istiyorlardı. Almanya, sıcak denizlere, Osmanlı’dan geçireceği demiryoluyla inmeyi planlıyordu. Almanya’da hem işadamları hem de askerler ve yöneticiler bu demiryolu hattıyla birlikte büyük bir güç haline gelerek, İngiltere’nin karşısına çıkabileceklerini düşünmekteydiler. Almanlar, İngiltere’nin Deniz İmparatorluğu’na karşılık, Kara İmparatorlukları’nı kurmak istiyorlardı. Pencermenist akımının düşüncelerini benimseyenlerden olan Victor Wiehtestein şu ifadeleri kullanmaktaydı:[31]
      “Yeni ziraat arazisi, yeni ve büyük ekonomi, Almanya ve Avusturya’nın kurtuluşu, Büyük Cermen İttihadı, Güney ve Güney Kuzey yolunun açılması, eski yola ( Büyük İskender ve Roma İmparatorluğu’nun Doğu Yolu) tekrar sahip olmak, birçok milletleri Panslavizm’den kurtarmak, Berlin-Bağdat Hükümeti’ni kurmak… Bütün bu şeyler yeniden dünyaya gelmek demektir. Bu mesele aksine hal olunursa, dünya çekiç, biz örs olacağız. Nevi ve cinsimizin bekası Bağdat Yolu’ndadır. Lehimize hal etmez isek, dünyada bizim için her kapı kapalı demektir.”
      Almanlar, en temel ihtiyaçları olan buğday, arpa, pamuk gibi mahsulleri Anadolu ve Irak’tan kolaylıkla temin edeceklerini bilmekteydiler. Deutsche Bank,  1890 yılında elde ettiği imtiyazla, 1891-1894 yılları arasında tamamlanan Selanik-Manastır demiryolu hariç, Almanya demiryolu yatırımlarını tümüyle Osmanlı coğrafyasında gerçekleştirmek istiyordu.[32]
      Osmanlı yöneticileri de İngilizlerin Süveyş’i kapayarak elde ettiği ticari zenginliğinin, Bağdat-Basra arasında yapılacak demiryolu projesiyle imparatorluğa geçeceğine inanmaktaydılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu dev yatırımı yapabilecek mali gücü yoktu. Bu yüzden gözünü dış yatırımlara kaydırmıştır. Osmanlı yöneticileri de demiryolu yapımı için yabancılara imtiyaz vermenin alınacak tedbirler dâhilinde bir tehlike oluşturmayacağını padişaha iletiyorlardı. Yapılan hesaplara göre Bağdat demiryolunun maliyeti yaklaşık 45 milyon Osmanlı lirası civarında olacaktı. Osmanlıların yabancı şirkete verilecek imtiyazlara karşılık kâğıt üzerinde kalacak olan aldığı tedbirlerden bazıları şöyleydi:[33] Yabancı şirket kendi işi için demiryolu hattına telgraf hattı çekerek, posta hizmetlerinde bulunabilirdi, fakat Osmanlı’nın posta idaresinin alanına giremeyecekti. Şirket adına çalışanlar, Osmanlı üniformasını giyecek, sorunlar çıktığında yetkili mercii Osmanlı mahkemeleri olacaktı. İmtiyaz sahibi olan şirket demiryolları civarındaki madenlerden de faydalanabilecekti. Devlet istediğinde asker sevkıyatı için demiryolunu kendi emrine alabilecekti.
      Avrupa iş çevreleri, Osmanlı idaresinin verdiği güvenceleri yeterli bulmadığından, Düyun-ı Umumiye’nin kendi girişimlerini güvence altına almasını istemişler ve Düyun-ı Umumiye üyeleri olan bazıları da demiryolu şirketlerinin idaresinde görev almışlardır.[34] Bağdat-Basra demiryolu Doğu’da Alman-İngiliz rekabetinin ortaya çıktığını gösteren en önemli olaydır. İngilizler, Rumeli ve Batı Anadolu’daki yatırımlarından çekilseler bile Mezopotamya’daki demiryolu girişimine katılmak istemişlerdir. Bunun nedeni de Hindistan sömürgelerinin güvenliği ve Basra Körfezi’ndeki zenginlikleri ele geçirme isteğiydi. II. Abdülhamit, İngilizlere karşı veliahtlığından beri şüpheyle yaklaşmaktaydı. Ona göre, bu demiryollarına İngilizlerin sahip olması, Mezopotamya’daki Osmanlı topraklarının İngilizlerin eline geçmesini sağlayacaktı. Fransa’ya da İngilizler ile ittifak yapmasından dolayı soğuk bakmaktaydı. Bu sebeplerden dolayıdır ki Sultan Abdülhamit Bağdat demiryolu imtiyazını Almanlara vermeye sıcak bakıyordu.[35] Pancermenist akımını üzerinde bulunduran Almanlar, rakip İngilizlerin Hindistan kolonisi etkilemek ve bu bölgedeki zenginlikleri ele geçirmek için hemen bu işe dört kolla atılmışlardır.
       II.Abdülhamit, demiryollarının artmasıyla imparatorluğun askeri yönden güçleneceğini, isyanların anında bastırılabileceğini ve tarım ürünlerinin pazara sevk edilip zenginliğin artacağını düşünmekteydi.[36] Almanlar bu hattı kurarken, civarına kendi kolonilerini koymak isterken, padişah buraları, Rumeli mültecilerine uygun yer olarak görerek, Almanların bu konudaki heveslerini kırmıştır. Padişah Anadolu-Osmanlı demiryollarının büyük kâra geçtiğini düşünerek, demiryollarının Mezopotamya’ya kadar uzatılmasını istemiştir.[37] Padişahın bu talebinde Almanların demiryolu tekniğinin üstünlüğü önemli bir rol oynamıştır.
       Almanlar, 1888 yılında Osmanlı ile Anadolu demiryollarının inşa ve işletme imtiyazına sahip olmuşlardır. İmtiyaz anlaşmasıyla birlikte Osmanlı hükümeti, kilometre garantisi olarak her kilometre başına 15.000 frank vermeyi kabul ediyordu. Buna teminat olarak Bilecik, Kütahya ve Ankara’dan alınan aşar vergilerini gösteriyordu. Bu şekilde bu yerlerden alınan aşar vergileri, Düyun-ı Umumiye akmaktaydı. Almanların yatırımlarını İngilizler ve Fransızlar gibi sulama olanaklarının olduğu alanlara değil de, yeterli nüfusa sahip olmayan, zirai teknik gelişme sağlamayan alanlara yapmasının nedeni, demiryollarının geçeceği yerlerde sulama tesislerini kurarak, ormanlardan ve madenlerden yararlanarak, tarımsal zenginliği Almanya’ya aktarılmasını sağlamaktı. Almanya’nın demiryollarındaki üstün tekniğinden memnun kalan II. Abdülhamit, kilometre garantisini 19.000 franka kadar yükseltmiştir. Bu durum Osmanlı maliyesini yük olmakta ve normal hizmetlerin aksamasına neden olmaktaydı.
       Almanların yaptığı demiryolları kısa zamanda Osmanlı’nın Anadolu’daki demiryollarını kapsamaktaydı. Demiryolu alanındaki üstün Alman tekniği ve inşaatin sürati, Osmanlı yöneticilerini etkileyerek, Deutsche Bank ve Anadolu Demiryolları Kumpanyası başta Haydarpaşa gar binasının inşa ve işletme imtiyazı olmak üzere birçok alanda imtiyazlar kazanmışlardır. Bu imtiyazlar sayesinde Almanlar, Osmanlı’nın ticari hakimiyetini ele geçirme yolunda büyük adımlar atmış, İngilizlerin Osmanlılara şiddetli protesto göstermelerine neden olmuştur. Büyük devletler, nüfuz bölgeleri kavgasından dolayı birbirleriyle bağlantısı olmayan demiryolları şebekesi kurmuşlar, fakat sonraları İngilizlerin boşalttığı alanı Fransızların doldurmasıyla, Fransız ve Alman şirketler birbirleriyle anlaşmışlardır. Anadolu demiryollarında hisselerin %40’ı Deutsche Bank’a, % 40’ı Osmanlı Bankası’na, %20’si Osmanlı mali kuruluşlarına ait olacaktır.[38]
       1903 yılında Osmanlı ile Almanya arasında yapılan anlaşmayla Bağdat Demiryolu Kumpanyası kurulmuş, %10  sermayesi Anadolu Demiryolları Kumpanyası’na ait olmakta, Osmanlı-Alman nitelikli şirket niteliği korunmak istenerek, Almanya nüfuzunu korumak istiyordu. 1903 Anlaşması’nın şartlarına göre; hükümet inşaatın finansmanına katılacak, her kilometre yol için Osmanlı tahvili çıkarılacak, bu tahvillerin karşılığında, demiryolu işletmesinin gayrimenkulleri ipotek edilecekti. Hattın geçtiği miri arazi şirkete bedelsiz devredilerek, şirket miri arazideki madenleri, taş ocaklarının işletme hakkını elde etmiş oluyordu. Demiryolu yapım ve bakımı için gerekli malzeme gümrüksüz olarak gelecekti.
       Alman işadamlarına göre; devlet yardımı olmaksızın projenin tamamlanması imkansızdı. Hasılatın iyi olmaması nedeniyle, aşara dayanan Osmanlı kilometre garantisine güvenilemeyceğini ve Almanya’da da sermaye yatırımlarını güçlendirecek mali yapının olmadığını görüyorlar ve projeye İngiliz ve Fransız sermayelerinin de katılması fikri Alman yöneticiler tarafından reddediliyordu.
       Demiryollarının Medine’ye doğru ilerlemesi İngilizleri tedirgin ediyordu. Bunun nedeni, Hicaz hattı ile Bağdat demiryolunun birleşmesi, Almanların Araplar üzerinde kontrolünü artırmasına sebep olabilirdi. Bağdat demiryolu hattı Almanlar için, Doğu’nun zenginliğine ulaşmanın aracıydı. Almanların gereksindiği tahıl ve petrol, bu sayede ülkelerine gelebilecekti. Almanlar, hat boyunca işlenmemiş alanlara yatırım yaparak onların canlanmasını sağlamıştır. Çukurova bu olayın en güzel örneğini oluşturuyordu. Almanya sulama yolu yaparak, Çukurova gibi yerlerin tarımda etkili olmasını sağlayarak, Mezopotamya’daki tarımsal zenginliği kimseye kaptırmak istemiyordu. Mezopotamya, pamuk tarımı ve petrol bakımından zengin bir yerdi. Almanya, bu alanda tüm imtiyazları tekelinde tutmak istemekteydi.
       Bağdat demiryolları hattı, 1892 yılında Ankara’ya ulaştığında, bölgenin tahıl üretimi büyük miktarlarda artış göstererek, Anadolu buğdayı dünya fiyatları seviyesine yükselmiştir. 20.yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’daki buğday tüketiminin büyük çoğunluğu, Anadolu’dan karşılanıyor ve Rusya’dan ithal edilmiyordu. Bu nedenden dolayı Rusya, bu projeye karşı çıkmaktaydı. Ayrıca İngilizler de doğuda Basra Körfezi’ne kadar uzanacak bir Alman demiryolu hattının Mısır ve Hindistan’daki egemenliği tehlikeye düşürebileceğinden, bu hatta karşıydılar. İngilizler, Hint Okyanusu ulaşımındaki tekeli kimseye kaptırmak istemiyorlardı.[39] İngilizler, kendi çıkarları için Almanların bu projeyi uygulamasını baltalamaya çalışıyorlardı.
       19.yüzyılın sonlarından itibaren Basra kaynaklı İngiliz-Alman rekabeti yaşanmıştır. Demiryollarının Basra’ya ulaşması İngiltere tarafından kabul edilemez gözüküyordu. Basra, en çok yün ihraç eden liman olarak, ihracatın büyük çoğunluğunu İngiltere’ye yapıyordu. İngilizler, Basra Körfezi’nde ticari bir egemenlik kurmuşlardı. Basra’da Osmanlı hakimiyetinin olduğu şüpheli olup, Osmanlı bu duruma pek ses etmiyordu. Almanların, Mezopotamya uygarlığının zenginliklerine gözünü dikmesiyle birlikte, Osmanlı’da Basra bölgesindeki Kuveyt’te otoritesini sağlamlaştırma yoluna giderek, İngilizlerin tepkisine maruz kalmıştır. İngilizler, özellikle Kuveyt’e Alman ve Osmanlı imparatorluklarının yapacağı bir demiryoluna karşıydılar.[40] Almanların ısrarları üzerine Osmanlı, Kuveyt’e yönelik olarak operasyon düzenlemiş, fakat İngilizlerin etkisiyle operasyon başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu olaydan sonra, Basra’daki İngiliz etkisi giderek artmış ve Osmanlı prestij kaybına uğramıştır.
       Bağdat demiryolları vasıtasıyla bazı olumlu sonuçlar da alınmıştır. Bunlardan en önemlisi, elverişli olmayan tarımsal alanlara, sulama kanalları yapılarak, o arazilerde tarımın gelişmesi sağlanmıştır. Almanya sermayesiyle yapılan tarımda, Ege’nin verimli topraklarından yapılan tarımdan daha fazla gelir elde edilmiştir. 1911 yılından itibaren, Anadolu’da tamamlanan hatlardan kilometre garantisi olarak verilen ücreti aşan gelirler elde edilmiş ve böylelikle Osmanlı hükümeti kilometre garantisi ödemeyerek bundan pay almıştır.[41]
       19.yüzyıl sonlarında Bağdat demiryolları projesi, ilk başlardaki başarıyı göstermeyerek, bölük pörçük gelişen bir hat olmuştur. Parça parça gelişen hat, en sonunda 1912-1914 yılları arasında Bağdat-Samarra hattı yapılarak sona ermiştir. Birbirinden kopuk olarak yapılan hatlar, imparatorluğa büyük bir uygarlık getirmemiş, Almanya’nın bölgesel zenginliği yağmalamasını sağlamıştır. Bölgesel zenginliği elde etmek uğruna Almanlar, Osmanlı’dan habersiz İngilizler ile de Birinci Dünya Savaşı öncesi anlaşmaya çalışmış, Basra Körfezi’nin kontrolünü İngilizlere vermiştir.[42]






4.OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ALMANYA’NIN YANINDA I.DÜNYA SAVAŞI’NA KATILMASI
       Almanlar, Alman dostu olarak tanınmasına rağmen, II. Abdülhamit’i istedikleri gibi kullanmayacaklarını anlayınca, onu gözden çıkarmayı denemişlerdi. II.Abdülhamit’in baskıcı politikalar uygulamasını muhalif olanların özellikle Almanya’dan yayınlar yapabilmesi bunun göstergesiydi. Özellikle askeri kadrolar, 1880’li yıllardan itibaren, Alman subaylarının propagandaları ile iyice Almanlaşmışlardı. Özellikle bunun örneğini Başkumandan vekili olacak Enver Paşa oluşturmaktaydı.
       II. Abdülhamit, 1909 yılında Jön Türklerin hareketiyle devrilmiştir. II. Abdülhamit’in devrilmesinden sonra imparatorluk üzerindeki Alman etkisi şaşılacak şekilde daha da artmıştır. Jön Türkler arasında II. Abdülhamit’in ittifakı olan Almanya’ya karşı aleyhtarlığı olanlar da yer almasına rağmen, komutayı elinde tutan üçlü Cemal-Talat-Enver koyu Alman taraftarlığını benimsiyorlardı. Onlara göre ülkenin, Orta Asya’da büyük bir imparatorluk kurmasının yolu Almanya’nın desteğinden geçmekteydi.  Aslında Enver Paşa’nın Goltz Paşa ile yakınlığı bu projeye sebep olmuştur. Göltz Paşa’nın kendi imparatoruna yazdığı raporda şu ifadelere yer verilmektedir:[43] Heyet-i umumiyesi itibariyle Enver, burada hakim olan hal ve vaziyete göre, mevcutlar içerisinde en iyi bir Harbiye Nazırıve aynı zamanda kendisine güvenilir bir Alman dostudur. Bu onun karakterine uygundur.” Alman İmparatorluğu, özellikle gazetelerde, Osmanlı’nın Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da olması gerektiğine yönelik kampanyalar vardı. İttihat ve Terakki Partisi’nin lider takımı da bu kültürel yayılmacılığa maruz kalarak, Almanya’nın sıkı müttefiki olmuşlardır. Enver Paşa’nın üst üste terfi ettrilmesi de bu süreçte yaşanmıştır.
       1908 yılında Rusya ile İngiltere arasında Osmanlı’nın paylaşımını öngören Reval Görüşmeleri’ne Almanya’nın katılmaması ve Almanya’nın Jön Türkler muhalif iken onlara yardım etmesi, aslında Alman nüfuzunun giderek artmasına vesile olmuştur. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı karşısında Almanya’nın sessizliği, İttihadçıları kızdırsa da, 1912 yılında başlayan Balkan Savaşları vasıtasıyla Osmanlı’nın bozguna uğraması, yöneticileri yeniden Alman yardımlarını istemeye zorlamıştır.  Jön Türkler yönetimi ele geçirdiklerinde, borçlanma için İngiliz ve Fransızlardan destek görmemesi üzerine, Almanya nüfuzunu artırmak için Deutsche Bank vasıtasıyla, Osmanlı yöneticilerinin istediği borcu vermiştir.
       1914 yılında, Almanya bu verdiği borçlara karşılık, çıkması muhtemel I. Dünya Savaşı’na yönelik olarak, Rus-İngiliz-Fransız üçgenine karşılık, Osmanlı’yı ittifak yapmak için zorlamıştır. İttihad ve Terakki yöneticileri, başta Enver Paşa olmak üzere Almanya ile ittifak olmak için harekete geçtiler. Bu anlaşmaya göre; askeri birliğin komutanı Osmanlı subayı olursa, kurmay başkanı Alman subayı olacaktır.
       Zayıf Osmanlı donanmasına takviye yapmak suretiyle gemiler alınmasına karar verilmiştir. Gemilerdeki Alman personeli olduğu gibi bırakılmış, sadece kıyafetleri Osmanlı askeri kıyafetlerine dönüşmüştür. Goben ve  Breslav adındaki gemiler daha sonraları isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Karadeniz’e açılarak Osmanlı yöneticilerinden habersiz olarak, Rusya’nın Karadeniz ‘deki önemli petrol limanı olan Novorosky’i  bombalayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokmuştur. Bu savaş ile birlikte Osmanlı’nın yöneticileri Almanya’nın yanında yer alarak devletin ölüm fermanını imzalamıştır.

























       SONUÇ:

       Osmanlı İmparatorluğu, 1878 yılındaki Berlin Konferası’ndan sonra kendini çok zor durumda bulmuştur. Bu zor durumdan kurtulmak için müttefiki olan İngiltere’den ayrılmayı göze almıştır. İngiltere’nin 19.yüzyılın sonlarından itibaren politika değiştirerek, kendisini açıktan işgale başlaması Osmanlı’yı, yeni bir müttefik aramaya itmiştir. Bu sıralarda Almanya’da güçlenen ekonomisinin katkısıyla denge politikasından uzaklaşarak, sömürge isteyen bir politika izlemeye başlamıştır. Sömürge kaynaklarının çoğunu elinde bulunduran İngilizler ve Fransızlara karşılık, Almanya, tek çare olarak bakir alanlar olarak nitelendirilen, endüstrisi gelişmemiş, zengin kaynaklara sahip Osmanlı’yı gözüne kestirmiştir.
       19.yüzyılın sonlarından itibaren Almanya, hem ticari hem de askeri yönden Osmanlı üzerindeki etkisi, özellikle Bağdat demiryolları projesinin devreye girmesiyle artmıştır. Osmanlı hükümetindekiler, modernleşmeyi sağlamak için Alman yöneticilerinin Alman fabrikalarından ithalat yapmasına göz yumarak, bir nevi Alman kuklası görevini görüyorlardı. Almanya’ya sanayi dallarında yetişmeleri ve zanaat öğrenmeleri için gönderilenler, o fabrikalarda ucuz işçi görevini görürken, Almanya’dan Osmanlı’ya gelenler ise büyük maaşlar alarak, itibarlarını artırıyorlardı. Osmanlı’da tüm bu modernizasyon yapılırken, Almanları Alman yapan Karl Marx’lı, Kant’lı felsefesi Almanlar tarafından getirilmemiş, sadece Almanya’nın nüfuzunu artıracak propagandalar yapılmıştır. Almanya’nın bu sebepten ötürü eğitim alanındaki kültürel yayılmacılığı, İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kalmıştır.
       Ordu modernizasyonundaki başarısızlıklara rağmen Von Der Goltz Paşalar büyük rütbe terfisi göstererek, Almanya’ya döndüklerinde yüksek komuta görevlisi oluyorlardı. Alman subaylarının, Türk subaylarını aşağılayarak bakmasına göz yumulması, orduda büyük rahatsızlık yaratmasına rağmen ses çıkarılamıyordu. Almanya’nın Bağdat demiryolları vasıtasıyla Doğu’daki zenginlikleri ele geçirme teşebbüsleri, Osmanlı’nın elinde bulundurduğu toprakları da kaybetmesine neden olacaktır.
       1909 yılındaki 31 Mart Vakası ile II. Abdülhamit’in devrilmesiyle, Almanya artık Osmanlı topraklarında istediklerini kolayca yaptıracağı, Osmanlı’ya gelen Alman uzmanların eğittiği isimleri iktidara gelmesine yardımcı olmuştur. Bu sayede, imparatorluğa yoğun kültürel propaganda yapılarak savaşa girmesi öğütlenmiş, savaştan yenilgi ile çıkarak, 30 Ekim 1918 yılında ağır bir antlaşma olarak Osmanlı’yı parçalayan Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalanmıştır. Daha sonra Almanya’nın savaşı kazanamayacağını önceden gören, Alman yardımlarının göstermelik olduğunu bilen, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yeni cumhuriyet kurulacaktır.
       KAYNAKÇA:
·         Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler, Birinci Kitap (1876–1918), İstanbul, 2009
·         Selçuk Akşin Somel, Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913), İletişim, İstanbul, 2002
·         Süleyman Kocabaş, Alman Kapanı, Almanya’nın Nasıl Sömürgesi ve Eyaleti Yapılacaktık?(1883-1918), Vatan Yayınları, Kayseri, 2002
·         İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Timaş Yayınları, 11. Basım, İstanbul, 2010
·         Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergah Yayınları, İstanbul, 2010
·         Mehmet Beşirli, II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Ordusunda Alman Silahları, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı.16, 2004
·         Mehmet Beşirli, Birinci Dünya Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin Osmanlı Stratejileri: İttihatçılar ve Alman Nüfuzunun Tanınması, Türkler, C. 13, Ankara 2002
·         Ahmet Gündüz Ökçün, 20.yüzyıl başlarında Osmanlı Maden Üretiminde Türk, azınlık ve yabancı payı, Yavuz Abadan’a Armağan, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969
·         İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İkinci Abdülhamit’in İngiliz Siyasetine Dair Muhtıraları, İÜEF Tarih Dergisi, sayı.10
·         Jehuda Wallach, Bir askeri Yardımın Anatomisi, çeviren: Fahri Çeliker, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1985
·         Yrd. Doç. Dr. Av. Faruk Yılmaz, İmparatorluk Dönemi Türk-Alman İlişkileri, Ankara, Şubat 2004
·         Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999
·         Prof. Dr. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet ve Milliyetçilik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011
·         Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006
·         Donald C. Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1979
·         Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi- Birinci Meşriutiyet ve İstibdat Devirleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1962


[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler, Birinci Kitap (1876–1918), İstanbul, 2009, s.87
[2] Selçuk Akşin Somel, Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913), İletişim, İstanbul, 2002, s.109
[3] Süleyman Kocabaş, Alman Kapanı, Almanya’nın Nasıl Sömürgesi ve Eyaleti Yapılacaktık?(1883-1918), Vatan Yayınları, Kayseri, 2002, s.9-10
[4] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Timaş Yayınları, 11. Basım, İstanbul, 2010, s.16
[5] Süleyman Kocabaş, Alman Kapanı… … … s.15
[6] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.21
[7] Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergah Yayınları, İstanbul, 2010, s.145
[8] Mehmet Beşirli, Birinci Dünya Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin Osmanlı Stratejileri: İttihatçılar ve Alman Nüfuzunun Tanınması, Türkler, C. 13, Ankara 2002, s. 321.
[9] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.14
[10] Ahmet Gündüz Ökçün, 20.yüzyıl başlarında Osmanlı Maden Üretiminde Türk, azınlık ve yabancı payı, Yavuz Abadan’a Armağan, AÜSBF Yayınları, Ankara, 1969,s.801
[11] Mehmet Beşirli, II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Ordusunda Alman Silahları, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı.16, 2004, s.124
[12] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İkinci Abdülhamit’in İngiliz Siyasetine Dair Muhtıraları, İÜEF Tarih Dergisi, sayı.10, s.43
[13] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.86
[14] Jehuda Wallach, Bir askeri Yardımın Anatomisi, çeviren: Fahri Çeliker, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1985, s.9
[15]Jehuda Wallach, Bir askeri Yardımın… … … s.23
[16] Yrd. Doç. Dr. Av. Faruk Yılmaz, İmparatorluk Dönemi Türk-Alman İlişkileri, Ankara, Şubat 2004, s.8-9
[17] Jehuda Wallach, Bir askeri Yardımın… … … s.30-33
[18] Jehuda Wallach, Bir askeri Yardımın… … … s.36
[19] Yrd. Doç. Dr. Av. Faruk Yılmaz, İmparatorluk Dönemi… … … s.10
[20] Mehmet Beşirli, II. Abdülhamid Döneminde… … … s.125
[21] Mehmet Beşirli, II. Abdülhamid Döneminde… … … s.129
[22] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.69
[23] Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s.91–92
[24] Şerif Mardin, Din ve… … … s.93
[25] Prof. Dr. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet ve Milliyetçilik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011 s.191
[26] Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006, s.64
[27] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.79
[28] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.83
[29] Süleyman Kocabaş, Alman Kapanı… … … s.39
[30] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.96
[31] Yrd. Doç. Dr. Av. Faruk Yılmaz, İmparatorluk Dönemi… … … s.35
[32] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.127
[33] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.129
[34] Donald C. Blaisdell, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1979, s.188
[35] Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım … … … s.79
[36] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi- Birinci Meşriutiyet ve İstibdat Devirleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1962, s.175
[37] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.134
[38] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.142-143
[39] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.156
[40] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.163
[41] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.164-165
[42] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda… … … s.160
[43] Süleyman Kocabaş, Alman Kapanı… … … s.45

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİNE GENEL BAKIS(1945-1960)       GİRİŞ:         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Atatürk’ün ‘ Y...