16 Şubat 2018 Cuma

SOSYO-EKONOMİK STATÜ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASINDA OY VERMEYİ ETKİLEDİ Mİ?


SOSYO-EKONOMİK STATÜ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASINDA OY VERMEYİ ETKİLEDİ Mİ?
      GİRİŞ
      Askeri düzenin yaşandığı 1980 döneminde, 12 Eylül öncesi güçlü partilerin, 12 Eylül sonrasında aynı gücü koruyamadıkları görülmektedir. Bir askeri darbe düşünelim ki, toplumu her yönüyle değiştirmeye kalksın, onlara yeni roller vermeye çalışsın. Makalemizde de 12 Eylül’ün halk üzerindeki oy verme konusundaki etkisi ve halkın siyaset üzerindeki bakış açısının değişmesi gibi konular ele alınmaktadır. Seçmeni etkileyen iç ve dış koşullar, din faktörü, karma ekonomiden liberal ekonomiye geçiş,  seçim sistemi, yoksul insanların üst kesime hitap eden partileri neden seçtikleri gibi beş kavram anlatılmaktadır.
      1980 sonrası değişen siyasi atmosferde, seçmenlerinde oy tercihlerinde büyük değişmeler meydana gelerek, siyasi açıdan bağlı oldukları partiler yerine daha farklı partileri seçmeye başlamışlardır. Kentlerde, sosyo-ekonomik açıdan alt sıralarda kalan insanlar, ekonomik olarak üst kesime yakın partileri seçmeye zorlanmışlardır. Bu yoksul kesimde yaşayan insanların, genellikle kendi görüşlerine yakınlık sunmadan liberal uygulamaları benimsemiş partileri seçmesi, özellikle 1980 sonrası Siyasal İslam’ın bu bölgelerden birinci parti olarak çıkması ilgi çekici bir konudur. 1980 sonrasında askeri vesayet altındaki devlet iktidarı, İslam’la siyasi ve iktisadi yönden iç içe bir görüntü sergilemiştir. Bu ilişkinin iç ve dış koşullarını 12 Eylül askeri darbesi ile Avrupa ve ABD’de önemli değişimler yaşanarak İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan yönetimleri iktidara gelmesi oluşturmuştur. “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen bu sisteme devletin ayak uydurabilmesi için, öncelikle 1970’li yıllarda fırtına gibi esen sol rüzgârının önüne set çekme politikası izlenmesine karar verilmişti.
      Din faktörünün seçmen üzerinde etkili olmasının nedenlerini neler oluşturmaktadır diye sorduğumuzda, solun boşalttığı alanın İslami ideoloji tarafından doldurulmasında, hem uluslar arası koşulların hem de iç koşulların birbirine uyumu söz konusuydu. ABD’nin, Sovyetler Birliği ve sosyalizmin yayılmasını önlemek üzere uygulamaya soktuğu ve İslam’ın merkezinde yer aldığı “Yeşil Kuşak Projesi”, Sovyetler Birliği’ni ve sosyalizmi,  coğrafi olarak İslami bir hatla çevreleyerek kuşatmayı amaçlamaktaydı. Sosyalizme alternatif İslami unsurları ön plana çıkartan partilerin önünün açılması Türkiye’de de yürürlüğe koyulmuş ve Refah Partisi’nin öne sürdüğü “Adil Düzen” bunun örneğini oluşturmaktaydı. Adil Düzen programı, ekonomik ve sosyal adaleti öne çıkaran, solun hareket alanına hitap eden vurgulara yer verirken, kentlerin varoşlarındakisizlerden göçle gelen yeni işçilere; Müslüman entelektüellerden, küçük sanayicilere ve serbest meslek sahiplerine kadar toplumun farklı kesimlerini Siyasal İslam’ın çatısı altında birleşme önerisini sunmuştur.[1] Bu kesimlerin büyük çoğunluğunun esas olarak siyasal alanda sola yakınken, siyasette sola dair boşluğun bulunmasından ötürü, İslamcı-muhafazakâr partilerin etki alanında kalmaları, boşluğun Siyasal İslam ile doldurulduğunu göstermektedir.[2]
      1980 sonrası siyasi partilerin kurulup normal düzene geçiş aşamasına kadar geçen sürede halkın eğitim gören kesimi içeride tutulurken, gecekondu semtlerinde liberal politikaları öven propagandalar yapılmıştır. 1980’li yıllardan sonra, Türkiye’nin içinde bulunduğu askeri yönetim, tüketim toplumunu öven liberal partilerin önünü açarak, toplumu üretmekten çok kolay yolda para kazanabileceği marjinal mesleklere yönlendirmiş ve tüketmenin bir sosyal statü olduğunun benimsenmesi amaçlanmıştır. Bu politikaların uygulanmasının yanında, sosyal adaletten yana alan partileri yıpratmak amacıyla yapılan kültürel propagandalarla sosyal harcamaların azaltılması, devletin küçültülmesi, apolitikleştirme, liberal politikaları referans alan merkez sağ odaklı tek tip partiler ve siyaset alanının oluşturulması gibi hedefler 12 Eylül sonrası belirlenmiştir.[3] 
      12 Eylül’den hemen sonra halkın nabzını izleyen ve onlara kentteki dışlanmışlık hislerinin sebebinin acımasız kapitalist sitem olduğunu söyleyen siyasal partiler (CHP, TKP vb.) birlikte sendikaların(DİSK vb.) faaliyetleri durdurulmuştur. 1980 sonrası toplumda taban sahibi olarak nitelendirilen Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmış, liderleri siyasi yasakla cezalandırılmış ve yeniden söz sahibi almalarının önüne geçilmiştir. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında sol söylemlere ciddi derecede kısıtlanma getirtilerek, solun siyaset alanı olan gecekondulardan izole edilerek boşaltılması sağlanmıştır. Bu dönemde Erdal İnönü başkanlığında kurulacak bir partiye izin verilmemiş olup, geçmişte 1977 seçimleri sırasında Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adayı olan Turgut Özal’a Anavatan Partisi kurmasına izin verilmiştir. Üç partinin seçime girdiği 1983 seçimlerinde liberal politikaların savunucusu durumundaki ANAP, oyların %45’ini alarak tek başına iktidar olmuştur. Daha sonra ANAP’ın uzun süren iktidarından sonra 1990’ların ortalarından itibaren bayrağı Refah Partisi almış, 2002’den itibaren de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olmuştur.
      Türkiye’de uygulanan seçim sistemler oy vermeyi etkileyen önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Seçim sistemleri hem partilerin karakteristik özelliklerini, hem de seçmenin tercihlerinde değişikliğe yol açmıştır. Askerlerin yapılması için şart koştuğu 1982 Anayasası’nda seçimlerle ilgili ciddi değişiklikler uygulanmış, 1965’ten beri uygulanan barajsız seçim uygulamasına son verilerek, %10 seçim barajı konulmuştur. Bunun en önemli sakıncasını; 3 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel seçiminde yalnız % 34,3 oranında oy alan AKP, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 363 sandalye, % 19,7 oranında oy alan CHP 178 sandalye, % 1 oranında oy alan bağımsızlar 9 sandalye kazanmışlardır.[4] Yaklaşık %46 oranındaki seçmenin oyu çöpe gitmiştir. Bu nedenden dolayı kendilerine yakın gördükleri partilerin TBMM’de temsil edemeyeceği fikrine kapılanlar, merkez partilere oy vererek, oylarının çöpe gitmemesini istemektedirler. 1965 yılında barajsız olmasından dolayı seçimlerde her ferdin verdiği oyun temsil edildiği varsayıma örnek olarak, %3 oy alan Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekili çıkarması gösterilebilir.
     Yoksulluk oranları git gide artıyorken neden kendi zenginlerini yaratan partiler seçiliyor sorusu aklımıza gelen başlıca sorulardandır. Yoksulluk artarken insanlar, rant ekonomisi ve marjinal mesleklerle kolay yolda zengin olmayı vaat eden partilerin peşinden koşmuşlardır. Yoksul insanlar için bir umut olan 1970’li yıllarda gecekondulu kavramı, şartların mağduru olarak “Sömürülen Öteki” diye adlandırılmış ve kapitalist sistemin getirdiği dengesiz gelişmenin getirdiği yoklukla mücadele edenler olarak sol partilere oy vermişlerdir.[5] 1977 yılındaki seçimler sosyal demokratların su geçirmez şemsiyesi durumundaki CHP’nin %41 oy alması, bunun örneğini oluşturmaktadır. 1980 sonrası özellikle liberal politikaların uygulandığı Özal döneminde gecekondu afları çıkması ve bu binaların apartmanlaşmasına izin verilmesiyle, rant yolunu açarak, burada yaşayan insanların bu ranttan yararlanabilmek için liberal partilerin seçilmesine dikkat etmişlerdir.[6] Devlet bu tip uygulamalara izin verirken, bu yerlerde sola yakın görüşleri barındıran yerler için, şiddetin kol gezdiği, yasadışı faaliyetlerin hâkim olduğu yerler olarak bakılmış ve devletin varlığına tehdit olarak algılanmıştır. Sosyal adalet dışında toplumda rant ve kolay yoldan para kazanmak gibi görüşler daha ağırlık kazanırken, eğitimle bir yere varılamayacağı düşünülerek seçimlerde de önemli bir faktör halini almıştır. Dikkatle incelenirse, üniversitede okuyan kesimlerdeki kişiler arasında muhafazakârlık olgusu ve muhafazakâr partilerin oy oranı da giderek artan bir süreç göstermektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi bu şartlar altında muhafazakârlaşan toplumla birlikte gücünü iyiden iyiye artıran siyasal bir tekel halini alarak seçimlerde %50 oy almıştır.
      1. LİTERATÜR TARAMASI
      Seçim sitemlerinde yüksek baraj sisteminin kullanılması temsilde adaleti engelleyen faktörlerin en başında geldiğini belirten birçok görüş mevcuttur. Bu görüşleri ifade edenler arasında yer alan Prof. Dr. Hikmet Sami Türk bu konuyla ilgili; % 10 oranındaki ülke barajının kesinlikle adaletsiz sonuçlar vereceğini belirtirken, 3 Kasım 2002 seçimlerinin sonuçlarının temsilde adaletin sağlanamadığının en büyük göstergesi olduğunu söylüyordu.[7] 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerde AKP’nin %34,3 oranında oy almasına rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 363 milletvekilliği, % 19,7 oranında oy almasına rağmen CHP’nin 178 milletvekilliği kazandıklarını vurgularken, TBMM’deki temsil oranlarının AKP’nin % 66, CHP’nin ise % 32,4 olduğunu ifade etmiştir.[8] Bu şekilde AKP bu seçimlerde %34 oy olmasına rağmen, parlamentoda %32 civarında daha fazla temsil hakkı elde ettiği ortadadır. Diğer partilerin baraj dışı kalması bu durumun oluşmasındaki en büyük etkeni oluşturmaktaydı. Hikmet Sami Türk 2007 seçimlerini şu şekilde değerlendirmiştir:[9]  “22 Temmuz 2007 günü yapılan milletvekili genel seçiminde % 46,58 oranında oy alan AKP, Meclis'te 341 sandalye, % 20.88 oranında oy alan CHP 112 sandalye, % 14.27 oranında oy alan MHP 70 sandalye, % 5.24 oranında oy alan bağımsızlar 26 sandalye kazanmışlardır. Meclis'teki temsil oranları, AKP % 62.11, CHP % 20.40, MHP % 12.75, bağımsızlar % 4.74; oy oranının üstündeki sandalye sayısı ile tek aşkın temsil oranı, AKP %15.53'tür. Diğer partiler, ya eksik temsil oranlarıyla Meclis'te yer almışlar, ya da Meclis dışında kalmışlardır.”
      Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’de mevcut seçim sistemindeki baraj yüksekliğinden şikâyet ederek, seçim barajının %5’e indirilerek, mevcut sistemin değiştirilmesi yönünde görüş belirtmiştir.[10] Seyfettin Gürsel bu sistemin devam ettirilmesi durumunda bir takım olumsuzlukların devam edeceğini söylemektedir. Ona göre; barajın % 10’da kalmasıyla bir partinin %34-35 gibi oldukça düşük bir azınlık oyu ile tek başına iktidar olması mümkün olduğu gibi, mevcut sistemle devam edildiği takdirde Türkiye’nin  gelecekte meşruiyet sorunlarının giderek artan bir şekilde yaşaması mevcut olabilecektir.[11] Doç. Dr. Tuğba Asrak Hasdemir’de, Türkiye’de uygulanan %10’luk seçim sisteminin yüksek olduğunu söylemiş, Almanya’da uygulanan %5’lik seçim barajının mevcut demokrasilerde görülen en yüksek seçim barajını oluşturduğunu ifade etmiştir.[12] Küçük partileri tamamen tasfiye eden bu uygulamanın önüne geçmek için bağımsız adaylık yoluna başvurulmuştur. Fakat bağımsız adaylık yoluyla küçük partilerin listelerine aldıkları kişilerin barajı aşmalarını engellemek amacıyla, 1987 yılında çıkarılan 3377 sayılı yasanın 9.maddesi ile bağımsız adayların da milletvekili olabilmesi için listesinde yer aldıkları partinin %10’luk genel barajı aşması gerekliliği ön plana çıkartılmıştır.[13] 12 Eylül dönemi askeri vesayetin hedeflediği, koalisyonlara neden olacak bir meclis aritmetiğinin oluşmasını önlemek amacına uygun olarak, bu düzenlemeyle mecliste bir iktidar partisi çoğunluğu(1983 ve 1987 seçimlerinde ANAP’ın iktidar olması) sağlanmıştır. Oyların merkezde toplanmasını isteyen yönetim, böylelikle küçük partilere oy veren insanların merkeze kaymasını amaçlamışlardır. 1983 ve 1987 seçimlerinde ANAP’ın %45,1 ve %36,3 oranında oy alması, 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde AKP’nin %34,3, %46,6 ve %49,8 oy alması merkeziyetçi parti olduğunu söyleyen partilerin güçlendiğini gösteren örnekleri oluşturmaktadır.[14]
      12 Eylül dönemi uygulamalarında en önemli yeri dinin devlet tarafından öne çıkartılması oluşturmaktaydı. Bu konuda Feroz Ahmad dinin devlet tarafından toplumun bütünleştirici olarak kullanıldığı görüşündedir. İslam’ın diğer dersler gibi okullarda öğretilmesine bizzat askerler tarafından karar verildiğini dile getirmiş, askerlerin toplumdaki bölünmenin üstesinden gelecek olan kuvvetli argümanın din olduğunu varsaydıklarını belirterek, din konusunda askerlerin çabalarını Anavatan Partisi benimsemiştir.[15] Ona göre askerler; siyasal hayatın yeniden inşasına öncelik verirken, sosyalistleri, sosyal demokratları başta DİSK olmak üzere sendikaları kapatarak solun tasfiyesini hızlandırmışlardır.[16] Ayrıca askerler, Türk-İslam sentezini benimseyerek aynı görüşü benimseyen aşırı sağ MHP’yi de tasfiye ederek muhafazakârlığın önünü açmıştır. Doç Dr. Caner Taslaman’da 12 Eylül’deki asıl hedefin, merkezden bağımsızlaşarak çevrede etkili olan İslami kesimin gücünü arttırmasına olanak sağlanarak, İslami dünya görüşüne alternatif olan Marksist ideolojinin, sivil toplumdaki gücünün yok edilmesi doğrultusunda politikalar oluşturulmuştur. [17] Özellikle 1980 darbesinde, İslam’a toplumun çimentosu olma vazifesi yüklenerek komünizm tehlikesine karşı etkili bir silah olarak değerlendirilmiştir. Bazı görüşlere göre 1980 dönemi, Türk-İslam sentezinin, egemen ideoloji olan Kemalizmin yerine getirildiği politikaların uygulandığı dönemdir.[18] İmam hatip okullarına verilen ağırlıkla, din derslerinin normal okullarda okutulmasına karar verilmesi, felsefe ve mantık gibi derslerin dışlanması söz konusuydu.
      1970’li yıllar boyunca CHP, Soğuk Savaş ikliminde radikal bir parti izlenimi vermemek adına sosyal demokratlık yerine Demokratik Sol kimliğini benimseyerek, halkçılık ilkesine uygun olarak Bülent Ecevit önderliğinde köylü nüfusu etkisi altına almaya çalışmıştır.[19] Gülsüm Tütüncü’ye göre 1970’li yıllardaki seçimlerde CHP’nin başarılı olmasındaki sebep; “Tekelleri kuşatacağız!”, “Toprak işleyenin su kullananındır!”, “Vurguna, soyguna, sömürüye son!”, “Devlete de servete de kul olmayacağız!”sloganlarıyla alt kesimleri etkilemesiydi.[20] Sonrasında bu uygulamaları dile getiren Ortanın Solu ifadesiyle özdeşleşen CHP, 12 Eylül darbesiyle kapatılmıştır.[21] Sol partilerin erozyona uğrayarak, gecekondu alanlarında etkisini kaybetmesinin ardında genelde 12 Eylül dönemi uygulamalarının olduğu gözlemlenmektedir. Sol partiler için bir oy kazancı olarak görülen sendikalara yönelik sert tutumlar, sol partilerin işçi sınıfı üzerindeki etkisini törpülemiştir.12 Eylül’den hemen sonra sendikaların faaliyetlerinin durdurulması nedeniyle sendikalar da siyasi partiler gibi siyasal ve ekonomik alanların dışarısında bırakılarak etkisizleştirilmişlerdir.[22] Askeri rejimle solun tasfiyesi sağlandıktan sonra uygulanmaya neo liberal politikaların sosyal hayatın değişiminde etkili olduğunda dair görüşler mevcuttur. Dr. Hande Çelik’in belirttiği gibi neo liberalizmin etkisiyle iş kollarında marjinal sektörler ortaya çıkmış ve özellikle popülizmin doruk noktalarına çıktığı bu yıllarda sürekli tüketimin teşvik edilmesi işçi sınıfını yani alt sınıfı olumsuz yönde etkilemiştir.[23] Yine de bu dönemde bu semtlerden neo liberal ekonomiyi benimsemiş partilere oy çıkmasının arkasındaki sebeplerden olan rant paylaşımı konusunda Dr. Tahire Erman şu tespitlerde bulunmaktadır:
      “Özellikle liberal politikaların uygulandığı Özal döneminde çıkarılan gecekondu afları ve gecekondu arazisi üzerinde dört kata kadar bina yapılmasına izin verilmesi ile birlikte gecekonduluya formel konut piyasasında rant yolu açılmış; gecekondu arazisi büyük kazanç getiren ticari meta haline gelmiştir. Bunun da ‘evvelden bir gecede gecekondularını yapıyorlardı; şimdi bir günde köşeyi dönüyorlar’ diye halkın tepkisini çektiği basında sıkça ifade edilmektedir. Bu fikre kuşkulu yaklaşan akademisyenler vardır. Örneğin Wedel, ‘gecekondu yapımında spekülasyon ve rantın bir söylem olarak ön plana çıkarılması belli toplumsal tabakaların çıkarlarını koruyan, eski “medeni” ve burjuva İstanbul’un yeniden kurulmasına ve köklü ıslah çalışmasına karşı sosyal sorunlar nedeniyle yükselen sesleri bastırmak için ortaya atılan bir bahane olabileceği kuşkusunu uyandırmaktadır’ demektedir. Özal'ın, gecekonduları formel konut piyasası içine çekmek için yaptığı yasal değişiklikler sonucunda ortaya çıkan ‘yasal rant’ın yanında, gecekondu üzerinden enformel piyasada işleyen büyük rantlar da söz konusudur, ve olayın aktörleri olarak ‘arazi mafyası’ ‘gecekondu mafyası’ gündeme gelmektedir.”[24]
      1980 sonrası Türkiye’de yaygınlaşan neo liberal uygulamaların ardında dışarıda gelişen koşulların yattığını öne süren düşünceler vardır. Caner Taslaman’a göre merkez-çevre ilişkisi ülkelerin politikalarını etkilemektedir. 1980’ler Türkiye’sinde merkez devlet olan ABD’de devletin ekonomi üzerindeki denetiminin azalması isteyen yönetimin iktidara gelmesi ve çevre devlet olan Türkiye’nin buna ayak uydurması söz konusudur. 1979 yılında Sovyetler’in Afganistan’ı işgali Batı ittifakının lideri ABD’yi zor durumda bırakmış ve Yeşil Kuşak Teorisi’ni uygulamaya koyulmuştur.[25] Taslaman’a göre; 1980’li yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı kutbunun lideri durumundaki ABD’de Ronald Reagan’ın başkanlığı ve diğer önemli bir uluslararası aktör olan İngiltere’deki Margaret Thatcher başbakanlığı elde etmesiyle, devletin rolünün küçültüleceği ekonomik liberalizm politikalarını uygulamaları; bu anlayışın yaygınlaşmasında ve Türkiye’yi etkilemesinde önemli olmuştur.[26] Türkiye bu dış etkenlerin vasıtasıyla neo-liberal politikalara hız vermiş, bu dönemde 24 Ocak kararlarının alınmasında etkili olan Özal askeri dönemde başbakan yardımcılığı yapmış ve sonuçta 1983 yılında kurduğu Anavatan partisi oyların %45,1’ini alarak iktidara gelmiştir. Bu dönemden itibaren uygulanan dış dünya ile sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve kambiyo kontrollerinin kaldırılması ve KİT’lerin özelleştirilmesi gibi politikalar dönüm noktasını oluşturmuştur.[27] Uygulanmaya başlanan bu değişikliklerin Özal’ın muhafazakâr kimliği ile birleşmesi sonucunda İslam’ı kesimin sermaye yönünden güçlenmesi ön plana çıkmış, günümüzde etkinliği artan Gülen hareketinin bir nevi önü açılmıştır. Doç. Dr. Caner Taslaman bu liberalleşme hareketlerinin siyasal İslam’ı ekonomik ve siyasi yönden güçlendirdiğini belirtmektedir. Devletin ekonomi üzerindeki denetimi azalınca, İslami kesimden gruplar sadece yeni zengin kesimden destekçi bularak değil; doğrudan holdingler, finans kurumları ve şirketler kurarak piyasa ekonomisinden faydalanmışlar ve güçlenmişlerdir. Örneğin Işıkçılar olarak bilinen grubun İhlâs Holding, İhlas Finans, İhlas İnşaat gibi birçok şirketi ve Türkiye Gazetesi, TGRT gibi medya kuruluşlarını kurması, Gülen hareketinin Zaman gazetesini, Samanyolu televizyonunu kurması, ayrıca birçok yerde okul kurarak Hürriyet yazarı Vahap Munyar’ın belirttiği gibi 3 milyon kişiye eğitim vermesi gücünü artıran etmenlerdendir.[28]  Piyasa ekonomisi, İslami kesimin etkili grupları için Kemalist ideolojiden uzaklaşarak kendi ideolojilerini yayma fırsatını tanımıştır. Nitekim elinde bulundurdukları hem basın araçları ve sermaye ile hem de etkiledikleri insan sayısıyla AKP’ye destek vererek onun iktidara ulaşmasında büyük katkıları olmuştur.[29] 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde AKP’nin aldığı oylar sırasıyla %34,3, %46,6 ve %49,8’dir.[30]
        AKP ve ANAP gibi partiler kendilerini hep liberal ekonomileri uygulayan merkez partisi olarak görmüşlerdir. Zira Başbakan Erdoğan bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir.[31] AKP ne sağın, ne solun aşırısına açık olan bir partidir. Biz merkeze yakın olan herkese açığız. Biz aşırılıklardan uzağız. Buluşma noktamız orta yoldur ve bunun da siyasette adı, merkez siyasettir. Kim ne derse desin, siyasetin merkezinde Türkiye’de AKP vardır. Bizim kendimizi inşa ettiğimiz yer siyasetin merkezidir. Yola böyle çıktık, yolumuza böyle devam edeceğiz.” Liberal politikaların uygulanması için toplumda gerekli alt yapı desteği almaya başlayan muhafazakâr partilere ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede liberaller oy potansiyeli itibariyle muhafazakârlığı ön plana çıkartan partilerin içerisinde onların kararlarına uygun şekilde yer aldılar.  Nitekim 1995 seçimlerine liberaller Cem Boyner önderliğinde kurulan Yeni Demokrasi Hareketi’yle girmişler ama bu parti oyların sadece %0,5’ini alabilmiştir. [32]  Oyları ilk girdiği seçimde tavan yapan ANAP’ta merkez partisi olarak hem muhafazakâr hem de liberal görüşleri bir arada tutan çizgide siyasi hayatını sürdürmüştür. AKP’de ANAP gibi liberalizm ile muhafazakârlığın sentezini yapmaya çalışmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek gibi Özal’ın ANAP’ında önemli görevler yapmış kişileri içerisinde barındırarak ANAP’ın devamı niteliğinde olduğunu göstermiştir. Özal’ın önderliğindeki ANAP ve Erdoğan önderliğindeki AKP kendilerini her şeyin merkezinde olan muhafazakâr demokrat olarak tanımlamışlardır. Güneri Civaoğlu; ANAP lideri Özal ile AKP lideri Erdoğan arasındaki benzerlikleri ifade etmiştir.[33] AKP’nin tıpkı Anavatan gibi kurulduğu ilk yılda iktidara geldiğini, Özal’ın ilk kez aktif siyasete Erbakan’ın MSP’sinden milletvekili adayı olarak katıldığını, Erdoğan’ın da Erbakan’ın yanında siyasete girdiğini, ikisinin de sonradan Erbakan’dan koparak, değişim göstererek kendi politika çizgilerini oluşturarak başarı gösterdiklerini, ayrıca ikisi de parti kurmadan önce ABD’den olumlu yönde sinyal aldıklarını, ikisinin de kafasında başkanlık sisteminin yattığını söylemiştir.
      Başbakan’ın Başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan, muhafazakâr-demokratlıkta gelenek ile modern kazanımların bir arada yürüdüğünü belirtmektedir.[34] AKP muhafazakâr-demokrat olarak geleneksel öğelerden dindarlığı kastettiği ortadadır. Nitekim Başbakan bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmiştir:[35] “Türkiye’yi dindarlar-dinsizler diye ayırdığımı söylüyor. Önce şu kulakların duymaya alışsın. Benim ifademde dindarlar-dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunun arkasındayım. Muhafazakâr demokrat partisi kimliğine sahip bir partiden ateist bir gençlik yetiştirmemizi mi bekliyorsun? Senin öyle bir amacın olabilir ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz muhafazakâr, demokrat, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için varız. “ 12 Eylül uygulamalarının dönüştürdüğü bir toplumda bayrağı devralan AKP’nin toplumdaki sosyal değişimleri giderek artıracağını söyleyen Mehmet Tezkan, ortaokulların da imam hatibe dönüşeceğini varsayarak, özel hayata giderek müdahalenin artacağını söylemektedir.[36]

      2. HİPOTEZLER:
      2.1.Seçim sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.
      12 Eylül 1980 yılındaki darbe öncesi kullanılan milli bakiye sistemi ile küçük partilerin de TBMM’de temsil edebilme şansı doğmuş, bunun sonucunda da aşırı sol ilkeleri benimsemiş olan Türkiye İşçi Partisi oyların yaklaşık %3’ünü almasına rağmen 15 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu sistemin önemi, seçim çevresinde değerlendirilmeyen artık oyların, milli seçim çerçevesinde birleştirilerek partiler arasında dağıtılmasından kaynaklanır. Bu sistemle oy oranı ile meclisteki sandalye oranı arasında bir yakınlık elde edilerek seçmenin oylarının boşa gitmemesi sağlanmıştır. Seçmen üzerinde baraj gibi bir baskının olmaması en uç noktadaki partilerin, kendilerini destekleyen halkın sorunlarını dile getirme konusunda ifade kolaylığı elde etmesini sağlamıştır. Halk merkez partilerin kendilerini ifade etmediğini düşündüğü zaman, daha kendine yakın görüşler besleyen küçük partilere oylarını vererek, onlar vasıtasıyla temsil edilme hakkını elde edebiliyordu.
      12 Eylül’de askerlerin ülke yönetimine el koyması ve 1982 yılında belirlenen yeni anayasa ile birlikte seçim sisteminde de değişikliğe gidilerek %10 gibi çok yüksek bir seçim barajı koyulmuştur. Bu şekilde ülke genelinde % 10 barajını aşamayan partiler, bir bölgede birinci parti durumunda olsalar bile mecliste sandalye sahibi olamazken, ülke genelinde barajı geçen parti, o bölgede az sayıda oy alsa bile, bölgenin milletvekilleri kontenjanını elde etme hakkını kazanmaktaydı. 2002 yılındaki seçimler bunun en iyi örneğini oluşturmaktadır. Seçimlerden AKP %34, CHP ise %19 oy alarak barajı geçen iki parti olmuş ve yaklaşık %46’ya yakın oy temsil edilmemiştir. Bu uygulama, demokrasi adına oyların çöpe gitmesi anlamına gelirken, küçük partilere ideolojik olarak bağlı kesimlerin, nispeten daha merkezde olan partilere oy vermeye başlamasına neden olmuştur. Türkiye, 1980 öncesi tüm partilerin kapatıldığı, liberal politika karşıtı küçük partilerin kritik bir rol oynamasını önlemek için konulan % 10’luk seçim barajı ile tanıştığı bir dönem yaşamıştır. 1983 seçimlerinden başlayarak bugüne kadar yapılan seçimlerde halkın küçük partilerin temsil edemeyeceğini düşünerek, onları birer tabela partisine çevirdikleri görülmektedir. Barajın uzun süreli olarak yüksek seviyede olması, seçmen ve parti davranışlarını etkileyerek, bazı küçük partilerin zamanla yok olmasını sağlayarak, oyların zaman içerisinde büyük partilerde toplanmasına neden olmaktadır. Bunun en büyük göstergesini 2011 genel seçimler oluşturmaktadır. AKP %50 oy alarak muhafazakâr demokratların merkezi temsilcisi olurken, CHP ise %26 ile sosyal demokratların merkezi ve MHP’de %13 ile milliyetçilerin merkezi olan bir yapıya bürünmüştür. Barajı aşan bu üç partinin toplam oyu yaklaşık %90 civarında olarak, toplumdaki oyların nasıl merkez partilerinde toplandığını göstermektedir.
      2.2.Dinin toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.
      1980 yılında gerçekleşen askeri darbe sonucunda toplumda sağ ve sol olarak toplumda meydana gelen bölünmenin önüne geçilebilmek için, din bütünleştirici bir araç olarak kullanılmıştır. Muhafazakârlığın yükselmesinin en büyük sebebi olarak 12 Eylül gösterilmektedir. 12 Eylül askeri vesayetinin uygulamaya koyulduğu ilk işlerden birisi; okullarda din dersinin zorunlu olarak okutulması olmuştur. 1980’li yıllar sonrasında sağın ideolojik üstünlüğünü etkinleştiren araçları dinsel temalı konuşmalarını bizzat dönemin darbe lideri Kenan Evren tarafından yapılması, halk nezdinde ciddi bir propagandaya neden olmuştur. Bu çerçevede din ve inkılâp tarihi gibi derslerin ağırlıklı konuma getirilmesi ve felsefe ve mantık gibi konuların eğitim sisteminin dışına atılması, gelecek nesilleri etkileme yönünde önemli adımları oluşturmuştur.
      12 Eylül yöneticilerinin din üzerinde ağırlık vermesinin sebeplerinden birini de ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher’in Yeni Muhafazakârlık politikaları adıyla iktidara gelmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasını kolaylaştırabilmek için etrafını İslami hatla çevreleyecek politikaların uygulanmaya başlanması oluşturmaktadır. Bu dönem devlet politikalarının özünü Türk-İslam tezini savunan görüşler oluşturmaktadır. Devletin genel olarak sağ ideolojiyi öne çıkartan kişileri(daha fazla dindar, muhafazakâr ve milliyetçi isimleri) kendi kadrosuna katarak, devlet kurumlaşmasının liyakat sistemi yerine, politik ilişkiye dayandığı süreç, 1980 askeri darbesi sonrasında Özal iktidarı ile birlikte katlanarak artan bir etki yaratmıştır. Dinin resmi ağız olarak öne çıkartılması, halkın çocuklarına isim koyması konusunda da öne çıkmıştır. Bu dönemde genelde Türk-İslam tezine uygun isimlerin koyulmasına yönelik titiz çalışmalar çerçevesinde halk üzerinde etkili bir kampanya başlatılmıştır. Sol partilerin tamamen yasaklarla tavsiye edildiği bir düzende, bu kampanyaların mirasçısı durumundaki Anavatan Partisi oyların %45’ini alarak iktidara gelmiştir.
      Sol politikalara keskin bir yasaklama getirilerek, YÖK kurularak üniversite öğretim elemanlarından sol görüşlü olanların atılmasının sağlanması, Türk İslam Sentezi’nin onayladığı fikre uyum gösteren öğretim üyelerinin önünün açılması, sol ideolojinin önemli meyvesi olan toplumun politikleşmesinin önüne geçilmesi, apolitikleşmenin sağlanması gibi nedenler seçmenlerin sol partilere oy vermesini azaltan etmenlerdendir. Sol partilerin oy almada çektiği zorlukların en başında, gecekondularda kendilerinin etki göstermesinin önüne geçilerek, devletin boşalttırdığı bu alana muhafazakâr partilerin yerleşmesine izin verilmesi gelmekteydi. 12 Eylül uygulamalarından bugüne kadar yapılan seçimlerde genel olarak görülen tablo; muhafazakârlığı ön plana çıkartan partilerin yükselen bir grafik çizdiği ortaya çıkmaktadır. 2002’den bu yana ülkemizi yöneten AKP oylarını artırarak siyasi hayatına devam etmesi, 12 Eylül uygulamalarının ortaya çıkardığı toplumsal olgunun zirve noktasıdır.
      2.3.Dış dünyanın etkisiyle uygulanan liberal politikalar, muhafazakar-demokrat partilerin önünü açmıştır.             
      12 Eylül askeri yönetimi 24 Ocak 1980’de alınan 24 Ocak liberalleşme kararlarını daha da ileriye götüren politikalar yürütmeye başlamıştır. Sermayenin gelişmesi için, sendikal faaliyetler askıya alınmış, grev yasağı getirilmiş, ücret görüşmeleri toplu iş görüşmeleri yönteminden uzaklaştırılmış ve piyasanın devlet kontrolünden uzaklaştığı bir sistem kurulmaya çalışılmıştır. Dış dünya Yeni Muhafazakârlık hareketinin yani neoliberal politikaların uygulanmasını isteyen partilerin iktidara gelmesi, bizim ülkemizde de Yeni Sağ anlayışını ortaya çıkarmıştır. Devletin ekonomik alanda küçülmesini, özelleştirmeyi savunan bir görüşün benimsenmesi amaçlanmıştır. Bu fikirlerin en azından ekonomik yönden gerçekleşmesini sağlamak için toplumsal tabakada az potansiyeli olan liberallerin özgün bir siyasi parti kurması imkânsız haldedir. Nitekim 1995 seçimlerinde iş adamı Cem Boyner öncülüğünde kurulan Yeni Demokrasi Hareketi, oyların yaklaşık %1’ini alarak siyasi arenada tutunamamıştır. Türkiye’de de muhafazakârlık ve liberalizm arasında bir ittifak ilişkisi kurulmasında en önemli etken ise serbest piyasa ekonomisi konusundaki görüş birliğidir. Bu çerçevede muhafazakâr-demokrat tanımı ortaya çıkmaya başlamıştır.
      1983 seçimlerine, iktisadi yönden serbest pazar ekonomisini benimsemiş, Turgut Özal önderliğinde aynı zamanda milliyetçi ve muhafazakâr geleneklere bağlı Anavatan Partisi iktidara gelmiştir. ANAP hükümetlerinin iktisadi alanda açık liberal çizgi izlerken, diğer alanlarda muhafazakâr politikaları benimsemesi üzerine partinin muhafazakâr-demokrat çizgide olduğu söylenmiştir. Özal’ın ANAP’ı gibi 2002’de iktidara gelen AKP’de Erdoğan önderliğinde muhafazakâr tutumları ön plana çıkarırken, iktisadi yönden özelleştirmelere önem verirken, muhafazakârlığın önemli adımlardan olan otoriter yönetim göstermektedir ve dindar kimliğini gizlemeden üst seviyede savunmaktadır. Bu dönemlerde devletin daha da özgürlükçü olması beklenirken, aksine merkezi yönetimin daha otoriter bir çizgide olduğu tutumlar sergilenmiştir. Ekonomi yönünden liberalleşmeyi savunan muhafazakârlar, ekonomik elitin istediği gibi devletin dev şirketleri olan TEDAŞ, Türk Telekom, TÜPRAŞ gibi kar getiren şirketler özelleştirmiştir. Diğer yandan insan haklarına dair o kadar baskıcı bir tutum içine girmişlerdir ki, tutuklu gazeteci sayısındaki büyük artış ve eleştiriye tahammülün olmaması gibi etmenler, statükocu anlayışın devamı niteliğindedir.
      1980’den sonra toplumdaki liberal ekonomi yönden yapılan değişiklikler ve dinin devlette etkin olarak kullanılması, toplumda eğitime olan inancı azaltarak, toplumun dinsel tarikatlara yakınlıkla alakalı iş bulma umudu artırmıştır. Devletin din politikalarıyla nedeniyle, işsizlerin sığınacakları birer umut kapısı olarak güçlenen tarikatlar, bu dönemde kurulan partilerde etkin rol oynayarak, muhafazakâr-demokrat tanımlı bir siyasi güç haline gelmişlerdir.
      3. HİPOTEZLERİN TANIMLARI
       3.1.Seçim sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.
      3.1.1. Kavramsal Tanım
      Kavram 1:  Seçim barajı; partilerin mecliste temsil edilebilmesi için alması gereken asgari oy yüzdesidir.
      Kavram 2:  Merkez partiler; aşırı uç noktaları dışlayarak, liberalleşmeyi savunmasına rağmen bünyesinde farklı ideolojileri barındıran partilerdir.
      3.1.2. Operasyonel Tanım
      Kavram 1: Seçim barajı; uç partileri yok ederek merkez partilerin mecliste temsilini sağlayan seçim uygulamasıdır. Yüksek baraj uygulamaları genel olarak seçim sonuçlarının adil olarak mecliste yansımamasını sağlayan önemli bir olumsuzluk etkenidir. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerdeki seçim sistemlerinde baraj uygulaması ya hiç yoktur ya da en fazla %5 civarındadır. AB içindeki ülkelerin seçim barajı uygulamaları şu şekildedir:  Yüzde 5: Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Estonya, Letonya ve Litvanya.  Yüzde 4: Avusturya, İsveç ve Slovenya. Yüzde 3: Yunanistan Yüzde 2: Danimarka. Seçim barajı olmayan ülkeler: Fransa, İngiltere, İrlanda, Hollanda, İspanya, Portekiz, Finlandiya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta. Genelde demokrasinin önemli bir ilke olarak kabul edildiği AB’ye üye ülkelerde seçim barajının ne kadar düşük düzeyde tutulduğu rakamlarla ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de uygulanan %10’luk baraj sistemi, demokratikleşmeyi önleyen, parti içi demokrasinin rafa kalkmasını kolaylaştıran, temsilde adaleti engelleyerek, nitekim az oy alması beklenen uç partilerin veya orta düzeydeki partilerin mecliste temsil edilmemesini sağlayan bir unsurdur. Türkiye’de 2002 seçimlerinde Doğru Yol Partisi, %9,5 tutarında oy almasına rağmen baraja takılarak mecliste temsil şansını elde edememiştir. Bu seçimler sonuçta mecliste sadece %34 oy alan AKP ve %19 oy alan CHP yer alabilmiştir.
      Kavram 2:  Merkez partiler; genelde ekonomik liberalleşmeyi savunan ve farklı ideolojilerden gelenleri barındıran genel olarak sağ görüşlü partilerdir. Merkez parti kavramına Türk siyasal hayatında uygun düşen iki parti vardır; Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi. Anavatan Partisi muhafazakâr olarak kendini gören ekonomik liberalleşmeyi savunan Turgut Özal önderliğinde milliyetçi, liberal ve muhafazakâr ideolojilerini bir arada tutam bir siyasi partidir. AKP’de aynı ANAP gibi muhafazakâr siyasetçi Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde; milliyetçi, muhafazakâr ve liberal çizgileri içinde barındırmaktadır. Bu iki parti, uygulanan yüksek seçim barajından en çok fayda gören partilerdir. Toplumun birçoğu kendine yakın partilerin yüksek barajı aşamayacağını öngörerek, kendi ideolojisini de barındıran bu merkez partilerine oy vermektedirler. 1983 seçimlerinde hem siyasi yasaklama olması hem de üç ideolojiyi barındıran tek partinin seçimlere girmesine izin verilmesi üzerine ANAP oyların %45’ini alarak tek başına iktidara gelmiştir. 2002 seçimlerinde ANAP çizgisinde bir siyaseti izlemeyi hedefleyen AKP %34 oy almış, kendisine yakın görüşlerdeki diğer partilerin baraja takılmasından dolayı bu seçmenler, 2007 seçimlerinde AKP’ye oy vererek, oy oranını %47’ye çıkarmasını sağlamıştır. 2002 seçimlerinde oyların yaklaşık %47’sinin mecliste temsil edilmemesi üzerine diğer partilere oy vermeme oranında gelecek seçimlerde ciddi bir artış söz konusudur. 2007 seçimlerinde yaklaşık olarak AKP %47, merkez sol partisi olarak kendini nitelendiren CHP % 21, milliyetçiliğin simge partisi MHP %14 oy almıştır. 2011 seçimlerinde ise AKP yaklaşık %50, CHP %25 ve MHP ise %13 oranında oya sahip olmuşlardır. Bu seçim sonuçları gösteriyor ki mecliste temsil edilme oranı giderek seçmenin merkezileşmesiyle birlikte yükselmiştir. 2002’de %53, 2007’de %82 ve 2011’de %88 oranına ulaşmıştır.
      3.2. Dinin toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.
      3.2.1. Kavramsal Tanım
      Kavram 1: Din; aynı ahlaki kurallara ve aynı inanca sahip insanların kutsallığını itirazsız kabul ettiği kurallar bütünüdür.
      Kavram 2: Sol partiler; genellikle ekonomik olarak üst sınıfın hâkimiyetine karşı çıkarak, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak eşitliği öne çıkartan partilerdir.
      3.2.2. Operasyonel Tanım
      Kavram 1: Din; dogmatik kuralları içinde barındıran ve bunlara uyulmasını zaruri hale getiren bir sistemdir. 12 Eylül dönemindeki toplumsal olgu sağ ve sol olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Bu ikili yapılaşmayı yumuşatmak amacıyla toplumun %90’ının aşkının Müslüman olması sebebiyle, dinsel öğeler ön plana çıkarılarak, toplumu bu yönde birleştirmek istenmiştir. Askeri yönetimin dinsel öğeleri öne çıkartan uygulamalardan bazılarını şunlar oluşturmaktadır: 1982 Anayasası ile ilk ve orta öğretime din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konması ve zorunlu hale getirilmesi, resmi ideoloji olarak mevcut dış koşullarla paralel gelişen Türk-İslam sentezinin kabul edilmesi, İmam Hatip okullarına önem verilmesi, felsefe ve mantık gibi derslerin dışlanması, sol ideolojinin tasfiyesi ve yerine liberal politikaların önemsenmesi. Bu tür uygulamalar zamanla gelecek kuşakların din kavramıyla tamamen apolitize edilmesini sağlayarak, genelde muhafazakârlığı öne çıkartan partilerin siyasi arenada etkili olmasına yol açmıştır. 1983 seçimlerinden itibaren genel olarak dini kullanan partilerin, 1999’daki olağanüstü durumların yaşandığı seçimler hariç sürekli bir yükselen bir çizgide ilerlediği görülmektedir. 2011 seçimlerinde muhafazakârlık en zirve noktasına, AKP ile %50 oy alarak çıkmıştır.
      Kavram 2: Sol partiler; ekonomik liberalizasyona karşı örgütlü direnmeyi öne çıkartan partilerdir. 1980 öncesi sol partileri genel olarak ekonomik eliti yıkmayı amaçlayan söylemler geliştirmiş, 1980 öncesi gecekonduluların umudu olarak toprak işleyenin su kullananın söylemlerini benimseyen çizgileri öne çıkartan CHP, seçim sandıklarından sürekli birinci parti olarak çıkmaktadır. 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy alarak sol partilerin şemsiyesi durumuna gelmiştir. Ama 1980 yılındaki askeri darbenin, ekonomide liberal politikaların daha yaygın olarak kullanılmasını amaçlamasından dolayı, sol partilere yönelik mesafeli ve sert tutum içerisine girişilmiştir. Toplumda örgütsel olarak mücadele vermenin önüne geçilerek, sendika kurmada çeşitli zorluklar getirilmiş, sol partilerin gecekondu semtlerinde büyük oy almasını sağlayan DİSK gibi sendikalar kapatılarak, bu alanların İslami unsuları öne çıkartan partilere bırakılmasına göz yumulmuştur. Sol görüşü benimseyen insanların üniversitelerde görev almasının YÖK vasıtasıyla engellenmesi, sol partilerin genel olarak terörün kaynağı olarak gösterilmesi, devletin bu ideolojiye karşılık olarak dini objeleri öne çıkarması gibi koşullar solun gücünü azaltmıştır. Bu arada solun kırılmaz şemsiyesi durumundaki CHP’nin kapatılarak, içinden farklı partileri çıkartması oyların giderek azalmasını sağlayan etkenlerden birisidir. Solun 1977 yılında %41 oy almasından sonra 12 Eylül’den sonra bu oy oranını bir daha yakalayamaması ve dini partilerin giderek oy oranını artırması, askeri yönetimin dini uygulamalarının toplumu dönüştürmede başarılı olduğunu ortaya koymaktadır.
      3.3. Dış dünyanın etkisiyle uygulanan liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.
     3.3.1. Kavramsal Tanım
      Kavram 1: Liberal politikalar; ekonomik olarak kamu kesiminin yükümlülüğünün azaltılarak, devletin piyasaya müdahalesinin önüne geçmeyi amaçlayan sistemdir
      Kavram 2: Muhafazakâr-demokrat parti; sosyal olarak geleneksel öğelere sıkı sıkıya bağlı, yönetimde otoriter yanı ağır basan, serbest piyasa ekonomisini benimsemiş partilerdir.
      3.3.2. Operasyonel Tanım
      Kavram 1: Liberal politikalar; siyasi özgürlükten çok, ekonomik özgürlüğüne önem verilen bir yapıdır. Türkiye’de 1980 yılında ilan edilen 24 Ocak kararlarıyla; serbest ekonomiye geçiş yaşanmış, daha sonra askeri darbe sonucunda ekonomik liberalleşme hız kazanmıştır. 1983 seçimlerinde serbest piyasa ekonomisini, özelleştirmeyi ön plana çıkartan, kamu harcamalarının kısıtlanmasını isteyen ANAP iktidara gelmiştir. Dış dünyada da Türkiye gibi, devlet harcamaların giderek kısıtlanmasını isteyen serbest piyasayı sürekli savunan ABD’de Cumhuriyetçi Ronald Reagan 1981-1988 arası başkanlık yapmış,  İngiltere’de de Muhafazakâr Parti lideri Margaret Thatcher 1979-1990 arası başbakanlık yapmıştır. Dış dünyada Sovyet yayılmacılığını engelledikten sonra onun dağılmasını sağlamak üzere Sovyetlere komşu ülkelerde liberal politikaların izlenmesi bir amaç olmuştur. Avrupa ülkelerinin, liberalleşmeyi Türkiye gibi sadece ekonomik serbestlik olarak görmeyerek, siyasi özgürlüğü de kapsayacak şekilde genişlettiği görülmektedir. Türkiye’de ekonomik ve siyasi yönden liberal olmayı benimseyen ve sadece liberal fikirlerin tek bir ideolojiyi oluşturduğu partilerin iktidara gelmesi olanaksızdır. 1995 seçimlerinde iş adamı Cem Boyner öncülüğünde kurulan Yeni Demokrasi Hareketi, oyların yaklaşık %1’ini alarak siyasi arenada tutunamamıştır. Bu yüzden devletin dini uygulamalarının oluşturduğu toplumsal tabanla muhafazakârlık ile liberalizm arasında bir ittifak ilişkisi kurulmuştur. Bu çerçevede muhafazakâr-demokrat tanımlı merkez partilerin önceliğini 1980’li yıllarda ANAP, 2000’li yıllardan itibaren AKP yapmıştır.
      Kavram 2:  Muhafazakâr-demokrat parti; sosyo-kültürel olarak geleneksel otoritenin gölgesinde serbest ekonomi piyasasına inanan partidir. Türkiye’de muhafazakâr-demokrat örneğine ilişkin olarak 1980’li yıllardaki ANAP ile 2000’li yıllardan günümüze kadar iktidarını sürdüren AKP gösterilebilmektedir. Bu dönemde değişmeye başlayan toplumsal yapıyla birlikte, solun gücünün azaltılmasıyla, solun boşalttığı alanları muhafazakâr kesimin doldurması, toplumdaki oy verme algısını da önemli ölçüde değişime uğratmıştır. Liberal politikaların uygulanmasının önü açılarak, muhafazakâr toplumun bu yönde evrimleştirilmesi sağlanmıştır. 1983’te iktidara gelen Turgut Özal ve 2002’de muhafazakârlığın en uç noktalarından biri olan Milli Görüş’ün yapısından gelerek iktidar olan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan dini duygularını saklayan tutumlar sergilememişlerdir. Muhafazakârlık söylemi Özal döneminde dile getirilirken, AKP ile birlikte parti ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Muhafazakâr-demokrat olarak kendilerini tanımlayan Özal ve Erdoğan arasında var olan benzerlikler arasında; her ikisinin de partilerinin kurulduğu yıl iktidara gelmeleri, statükoyu kırma ve değişim söylemlerini kullanmaları, ANAP’ın 1980 askeri ihtilalı sonrasındaki süreçte, AKP’nin ise asker ağırlıklı 28 Şubat sürecinin ürünü olması, her ikisinin de milliyetçi ve geleneksel tutuculuğu bünyelerinde barındırmalarına rağmen AB gibi uluslararası ortaklıklara girilmesi konusunda gösterilen gayret, aktif bir dış politikanın tercih edilmesi, 1980’lı yıllarda dünyada muhafazakârlığın yükselmesiyle ANAP’ın, 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül terör olaylarından sonra radikal İslam’ı durdurmak için ılımlı İslam’ın yaygınlaşmasıyla beraber AKP’nin iktidara gelmesi sayılabilmektedir. Muhafazakâr-demokratlığın en önemli yani özelleştirmeler konusu oluşturmaktadır. Özal’la başlayan özelleştirme serüveni AKP ile tavan yaparak devam etmiştir. Milli kurumlar olan TÜPRAŞ, TELEKOM, PETKİM gibi dev şirketler özelleştirilerek, muhafazakâr-demokratlığın prensibi olan ekonomik serbestliğin gereği yerine getirilmiştir. Ekonomik liberalleşmeyle, medya sahiplerinin başka iş alanlarında faaliyet göstermesi sonucunda medyanın muhafazakâr-demokratlığı sürekli olarak övmesi, seçim barajına takılacak partiler yerine güçlü muhafazakâr partilerine oy verilmesini isteyen kampanyalar yürütmesi, bu partilerin oyunun kemikleşmesini sağlamıştır. Sonuçta muhafazakâr-demokrat olan AKP, yerel ve genel seçimlerde sürekli açık farklarla kazanan bir kitle partisine dönüşmüştür. Asker eliyle toplumsal dönüşümünün sağlanması, devlette kadrolaşmaya ve İslami sermayeli şirketlerin güçlenmesine izin verilmesinden dolayı dini tarikatların yoksulların kurtuluş ümidi olarak görülmesi, seçmenin bu yönde oy kullanmasını kolaylaştırmaktadır.
      4. ANALİZ
      4.1. Seçim sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.
      12 Eylül 1980 yılında Kenan Evren liderliğindeki askerlerin ülkedeki anarşiyi öne çıkartarak, ülke yönetimine el koymasıyla, ülkenin genelinde yepyeni bir süreç yaşanmaya başlanmıştır. 1980 darbesinden önce mevcut olan siyasi yapı ve toplumsal değerler askeri yönetim tarafından tamamen terk edilmeye zorlanmıştır. Bu değişimlerin ilki mevcut siyasi yapıda yaşanmıştır. Seçim sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.” hipotezimi güçlendirecek gelişmeler sağlanmıştır. 1980 darbesiyle iktidara gelen askerlerin ilk işi yeni bir anayasa yaparak, yürürlüğe koymak olmuştur. Kabul edilen 1982 Anayasası’nda yer alan bölümlerden en önemli kısmını seçim sistemiyle ilgili düzenlemeler oluşturmaktadır. 1980 öncesi mevcut olan barajsız sistemde partilerin yüksek oy almasına rağmen tek başına iktidara gelemedikleri ve koalisyon hükümetlerini kurmada görülen güçlükleri öne süren askeri yönetim, tek başına iktidarı kolaylaştıran, temsilde adaleti engelleyen %10’luk seçim barajını uygulamaya koymuştur. Seçim barajının %10 gibi yüksek bir oran olarak belirlenmesi, 12 Eylül uygulamalarına genel olarak karşı olan sol ve sağ küçük partilerin tamamen tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir. Seçim barajının yüksek tutulması genel olarak seçmenin bir kısmının oylarının çöpe gideceği durumunu ortaya koymaktadır.
      %10’luk seçim barajının uygulandığı ilk seçim olan 1983 genel seçimlerine sadece üç partinin katılmasına izin verilmiştir. Bu seçimlerden çıkan sonuçlara göre; Anavatan Partisi oyların %45,14’ü alarak birinci parti olmuş, TBMM’de 400 milletvekili koltuğundan 211’ini kazanmıştır. Görüldüğü gibi %45 oy almasına rağmen mecliste temsil oranı %50’den fazladır. Seçim barajının yüksekliğinin temsilde adaleti sağlamadığı yönünde görüşü kanıtlayan seçimlerin en iyi örneğini 2002 yılında yapılan genel seçimler oluşturmaktadır. 2002 yılında yapılan seçimlere göre; yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) oyların %34,3 alarak birinci parti, Cumhuriyet Halk Partisi(CHP) oyların %19,7 oy alarak ikinci parti olarak %10’luk barajı aşan mevcut iki parti olmuşlardır. Türkiye’de 2002 seçimlerinde Doğru Yol Partisi(DYP) %9,5, Milliyetçi Hareket Partisi(MHP) ise %8,3 tutarında oy almalarına rağmen baraja takılarak mecliste temsil şansını elde edememişlerdir. TBMM’nin 550 milletvekilliğinden AKP 363 milletvekilliğini, CHP ise 178 milletvekilliğini kazanmışlardır. Bu şekilde AKP %34 ve CHP ise %19 oranında oy olmasına rağmen, TBMM’de temsil oranı sırasıyla %66 ve %32 şeklinde olmuştur. Seçim barajını geçen iki partinin aldıkları oy oranından daha fazla oranda TBMM’de temsil yakaladığı ortadadır. Nitekim 2002 seçimlerinde sadece %53 tutarındaki seçmenin oyu temsil hakkı bulabilmiş, yaklaşık olarak %47 tutarındaki seçmenin oyu çöpe gitmiştir. Görüldüğü gibi %10 seçim barajının uygulanması sonucunda oyların sadece 1/3’ünü alan bir parti tek başına iktidara gelebilmektedir.
      Seçim barajının yüksek olmasından dolayı temsilde adaletin sağlanamadığı ortadadır. Bağımsız adayların seçilmesini istemeyen bir sistemde parti içi demokrasinin olmayacağı mevcuttur. Parti içi demokrasiye önem vererek, temsilde adaletin sağlanmasını isteyen, oyların boşa gitmesini istemeyen, demokrasinin yoğun olarak yaşandığı Avrupa ülkelerinde seçim barajı sistemi ya hiç yoktur ya da düşük düzeyde tutulmuştur. AB içindeki ülkelerin seçim barajı uygulamaları şu şekildedir:  Yüzde 5: Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Estonya, Letonya ve Litvanya.  Yüzde 4: Avusturya, İsveç ve Slovenya. Yüzde 3: Yunanistan Yüzde 2: Danimarka. Seçim barajı olmayan ülkeler: Fransa, İngiltere, İrlanda, Hollanda, İspanya, Portekiz, Finlandiya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta. Ülkemizde de seçim barajı düşük tutularak Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi küçük partilerin de seçimlerde etkili hale gelmesi amaçlanması gerekmektedir. Hiçbir yapının sistem dışında tutulmaması gerekliliği ön plana çıkartılarak, küçük partilerin birer tabela partisi haline gelmeleri durumunda, onlara oy veren seçmenlerin sıkıntılarının mecliste gündeme gelmemesine neden olabilmektedir. Türkiye’deki seçimlerde 1980 öncesi seçim barajı yok iken radikal sola gönül vermiş seçmenler 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne oy vererek 15 milletvekilliği ile mecliste temsil şansını yakalamışlardır. %10’luk seçim barajının uygulanmasından sonra uç partilerin mecliste temsil edilme şansı yakalayamadığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
      Seçim barajının yüksekliğinden dolayı seçmenlerin giderek mecliste temsil edilme şansını yakalayamama tehlikesiyle yüz yüze kaldıkları durumu söz konusudur. 1983 seçimlerinden itibaren Türkiye’de uç parti olarak nitelendiren siyasi partilerin (radikal sola hitap eden Türkiye Komünist Partisi ve İşçi Partisi, radikal sağa hitap eden Büyük Birlik Partisi gibi) sürekli olarak baraja takılmaları yüzünden, seçmenlerde kısmen de olsa kendi görüşlerini benimsemiş birden fazla ideolojiyi içinde barındıran merkez partilere oy verme yaşanmıştır. Milliyetçi, liberal ve muhafazakârlık gibi ideolojileri içerisinde bulunduran merkez partisi durumundaki ANAP’ın 1983 ve 1987 seçimlerinde %45 ve %36 oy alması, ANAP’ın gücünü yitirmesinden sonraki süreçte kurulan AKP’nin de 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde %34,3, %46,6 ve %49,8 oy alması merkeziyetçi parti olduğunu söyleyen partilerin güçlendiğini gösteren örnekleri oluşturmaktadır. [37] 2002 seçimlerinde oyların yaklaşık %47’sinin mecliste temsil edilmemesi üzerine diğer partilere oy vermeme oranında gelecek seçimlerde ciddi bir artış söz konusudur. 2007 seçimlerinde yaklaşık olarak AKP %47, merkez sol partisi olarak kendini nitelendiren CHP % 21, milliyetçiliğin simge partisi MHP %14 oy almıştır. 2011 seçimlerinde ise AKP yaklaşık %50, CHP %25 ve MHP ise %13 oranında oya sahip olmuşlardır. Bu seçim sonuçları gösteriyor ki mecliste temsil edilme oranı giderek seçmenin merkezileşmesiyle birlikte yükselmiştir. 2002’de %53, 2007’de %82 ve 2011’de %88 oranına ulaşmıştır. Bu veriler ışığında, yüksek seçim barajının uygulanması, küçük partilere tamamen tabela partisi haline getirerek, birden fazla ideolojiyi içeren partileri güçlendirmiştir.
      4.2. Dinin toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.
      1980 yılındaki darbe öncesi, toplum sağ ve sol kanat olmak üzere ikiye bölünmüş vaziyetteydi. Sağ ve sol olarak kutuplaşmanın yaşanması sonucunda ortaya çıkan anarşi ortamını bahane ederek darbe yapan askerler, dinin toplumu birleştireceği düşüncesini inanarak, eski düzenin başat konularından olan milliyetçi ve demokratik sol değerlerin dışlanmasına karar vermişlerdir. Dinin toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.” hipotezini doğrular nitelikte politikalar askerler tarafından uygulanmıştır. Askerler ilk iş olarak daha önce bahsettiğimiz gibi eski dönemde sivrilen milliyetçi ve sol kavramların önüne set çekecek dini uygulamalara ağırlık verdiler. Dini uygulamaların başlangıcı olarak o güne kadar milli eğitim müfredatında okutulması zorunlu olarak görülmeyen din derslerinin, zorunlu hale getirilmesi görülmekteydi. İmam hatip okullarının sayısında ciddi bir artış meydana gelmiş, bu şekilde bir sonraki kuşakların sol söylemlerden uzakta yetişmesi amaçlanmış, 2000’li yıllardan itibaren o dönemde yetişen kuşakların muhafazakârlığı öne çıkartan Adalet ve Kalkınma Partisini iktidara taşıması sağlanmıştır. Nesillerin sağ ve sol ideolojilerinin uzağında tutularak apolitikleştirilmesi sağlanarak, dine verilen önemi Kenan Evren’in 1982 yılında Erzurum’da yaptığı konuşmada görmek mümkündür: …Okullarımıza din dersi koyacağımızı söylemiş, çocuklarımızı gizli Kur’an kurslarına göndermemenizi istemiştim. İşte bunu Anayasaya da koyduk. Bu suretle çocuklarımıza dinleri, diyanetleri, aziz Atatürk’ün söylediği gibi, Devletin okulunda, Devletin eliyle öğretilecektir.” 1980 yılından sonra Türkiye’nin resmi ideolojisi Atatürkçülük’ün Batıcı yönünden uzaklaşarak, Türk-İslam tezini öne çıkartan bir yapıya bürünmüştür. Türk-İslam tezinin resmi ideoloji olarak yer bulmasıyla birlikte, devletteki kadrolaşmada bu yönde gerçekleşmiş ve bu görüşe aykırı kişilerin devlet bürokrasisinde görev almaması söz konusu olmuştur. Askeri ara rejimin bu uygulamaları dışında, 1982 Anayasası ile ülkedeki üniversitelerde mevcut olan politik yapılaşmayı engelleyecek, üniversiteleri kontrol altında tutacak Yükseköğretim Kurulu(YÖK) oluşturulmuştur. YÖK’ün uygulamaları, genellikle Türk-İslam tezini doğrulayacak nitelikte görüşleri olan akademisyenleri öne çıkartma ve sol görüşlü akademisyenlerin devre dışında kalması sağlama yönünde gelişmiştir.
      Sol ideolojinin toplumdan dışlanması sonucunda 1983 yılından itibaren genel olarak sağ merkez partilerin seçimlerden birinci çıktığı görülmektedir. Bu süreç içerisinde bu görüşün tek istisnası 1999 seçimlerinden Bülent Ecevit önderliğindeki Demokratik Sol Parti(DSP)’nin %22,18 oy oranıyla birinci parti çıkmasıdır. 1995-1999 arası dönemde, genellikle kısa ömürlü koalisyon hükümetleri kurulmuştur. 28 Şubat sonrası Refah-Yol(Refah Partisi- Doğru Yol Partisi) hükümetinin istifasıyla Haziran 1997’de kurulan ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümetinin, 1998’in son aylarında güvenoyu alamayarak istifa etmesi sonrası DSP’nin Nisan 1999 seçimlerine kadar azınlık hükümeti kurulmasına onay verilmiştir. Seçimlere iki aya kala terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye teslimi söz konusu olmuştur. DSP’nin 1999 seçimlerinde ipi göğüslemesinin ardındaki en büyük neden; Bülent Ecevit’in 1974 yılında Kıbrıs Fatihi olarak görülmesinden sonra Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte halk tarafından Kenya Fatihi olarak tanımlanmasıdır.
      1960’ların ortalarından itibaren hem dünyada hem de Türkiye’de sol ideolojisi yükselme evresinden geçmiştir. Türkiye’de sol hareketlerin yükselmesinde 1961 Anayasası’nın dayandığı özgürlük ve sosyal adaleti ön plana çıkartan yasalarıydı. 1961 Anayasası’nın 46. Maddesi ile emeği öne çıkartan sol partilerin en büyük destekçisi durumundaki işçilere sendika kurma özgürlüğü tanınmıştır. "İşçiler ve işverenler önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler.  İşçi niteliği taşımayan kamu hizmeti görevlilerinin bu alandaki hakları kanunla düzenlenir. Sendika ve sendika birliklerinin tüzükleri; yönetim ve işleyişleri demokratik esaslara aykırı olamaz”. 1961 Anayasası ile o zamana dek sürekli bir biçimde baskı altında tutulan gençlik, işçi sınıfı, köylüler ve aydınlar örgütlü bir şekilde ülkenin siyasi atmosferinde önemli roller üstlenmeye başlamışlardır. 1970’li yıllarda en büyük işçi örgütlenmesi olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK), “Emek En Yüce Değerdir” sloganıyla Bülent Ecevit liderliğinde Ortanın Solunda olduğunu ifade eden CHP ile işbirliği halinde olmuştur. 1973 seçimlerinde DİSK’in CHP’yi desteklemesini anlatan cümleler, DİSK’in sitesinde mevcuttur.[38] "DİSK 1973 genel seçimlerinde Anayasal özgürlükleri ve demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti durumunda olduğu için işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı CHP'ye oy vermeye çağırır.” Solun kırılma şemsiyesi durumunda olan CHP bu destekle 1973 ve 1977 seçimlerinde sırasıyla %33 ve %41 oy alarak birinci parti olmuştur.
      1980 sonrası askerler, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü havanın toplumu böldüğü düşüncesiyle hareket ederek temel hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı, toplumun örgütlü hareketlere katılarak politik olmasını engelleyen yasaları içeren 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koymuşlardır. 1982 Anayasası’nın en önemli özelliği toplumsal örgütlenmeleri kısıtlayıcı tedbirlerin alınmasıdır. Sol partilerin vazgeçilmez olarak savundukları işçilerin sendika kurma hakkına yönelik kısıtlamalar, 1982 Anayasası’nın 53. maddesinde şu şekilde yer almıştır: Sendikalar,  siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek göremezler ve onlara destek olamazlar; derneklerle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve vakıflarla bu amaçlarla ortak hareket edemezler.” Bu süreçte tüm sendikalar ve siyasi partiler kapatılarak, toplum üzerindeki etkinlikleri sıfıra indirilmiştir. Gecekondu semtlerinde yaşayan işçi kesimine yakın olan sol partilerin devlet tarafından dışlanmasıyla, bu alandaki boşluğu muhafazakârlar doldurmuştur. Yasakçı anlayışın hâkim olduğu 1983 seçimlerine sadece Turgut Özal liderliğindeki ANAP, Turgut Sunalp liderliğinde Milliyetçi Demokrasi Partisi ve Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti katılmıştır. Sol oylarını toparlaması beklenen Erdal İnönü’nün parti kurmasına izin verilmemiştir. Dini uygulamaların toplumsal dönüşümü sağladığının en büyük göstergesi, 1991 yılından itibaren “Milli Görüş” siyasetini öne çıkartan muhafazakâr parti olan Refah Partisi’nin öncelikle meclise girmesi, 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul gibi anakent belediyelerini kazanmasıdır. 2000’li yıllardan itibaren Erbakan’ın öğrencileri olarak nitelendirilen Erdoğan ve Gül’ün kurduğu kendini muhafazakâr-demokrat olarak gören Adalet ve Kalkınma Partisi, 2011 seçimlerinde yaklaşık olarak %50 oy alması, toplumsal dönüşümün zirve noktasını oluşturmaktadır.

      4.3. Dış dünyanın etkisiyle uygulanan liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.
      Dış dünyada merkez devlet(ABD) olan ülkelerde meydana gelen olaylar, merkeze bağlı hareket eden diğer ülkeleri etkilemektedir. 1980 sonrası Türkiye’nin 24 Ocak kararlarının mimarı muhafazakâr yönü kuvvetli olan Turgut Özal ile birlikte giderek liberalleşmesi, “Dış dünyanın etkisiyle uygulanan liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.” hipotezini doğrulamıştır. 1970’li yıllarda yaşanan küresel ekonomik kriz sonrasında Avrupa ve Amerika’da klasik liberalizmin yerine neo-liberalizm anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. Neo-liberalizm genel olarak; kamu harcamalarının azaltılması, istikrarlı para politikası uygulanması, özelleştirme, yasal kurumsal serbestleşme gibi politikaların uygulanmasını kapsamaktadır. Bu politikaların uygulanmasını esas kılan olaylar, 1979 yılında İngiltere’de Margaret Thatcher’in Başbakanlığa gelmesi, 1980 yılındaki Amerikan seçimlerinde Ronald Reagan’ın Başkan olarak seçilmesidir. Reagan ve Thatcher neo-liberal politikalarla simgeleşen isimlerdir. Her ikisi de devletin özellikle ekonomik alanlardan başlayarak küçültülmesini, devletin boş bıraktığı alanlarda özel işletmecilik anlayışının gelişmesini isteyen bir siyaset tarzını benimsemişlerdir. Türkiye’de solun ve aşırı liberal politikalara önem veren milliyetçi sağın sistem dışına itilmesiyle birlikte askeri rejim, dünyada oluşan aşırı liberal politikaların Türkiye’de uygulanması için harekete geçmiştir. Ekonomi çevrelerinde önemli görevler yapmış, son olarak ülke ekonomisini dış dünyaya açan 24 Ocak kararlarının alınmasında Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunmuş olan Turgut Özal, ara rejimin desteklediği Bülent Ulusu hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirilmiştir. 1982 yılında hükümetteki görevinden istifa eden Özal, 1983 seçimlerine girmek için milliyetçi, liberal, muhafazakâr düşünceleri bir arada tutan Anavatan Partisi’ni kurmuştur. Turgut Özal bu üç çizgiyi ifade etse de genel olarak ekonomide aşırı liberalleşmeyi, sosyal hayat olarak gelenekselliği öne çıkartarak muhafazakârlığını vurgulamıştır. Turgut Özal, 1980 yılındaki 24 Ocak kararlarında rol oynamadan önce, 1977 seçimlerinde muhafazakâr parti olan Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi(MSP)’den İzmir milletvekili adayı olmuş, fakat seçilememiştir. Bu nedenle Anavatan Partisi’ni muhafazakâr-demokrat bir parti olarak değerlendirebilmeliyiz.
      Muhafazakâr-demokrat; geleneksel değerleri korumakla yükümlü, aynı zamanda dünyada modern sayılan küresel sermayeye uygun ekonomik yapılanma kavramlarını benimseyen kişidir. Bu tanımı sesli bir şekilde ifade eden AKP kendisini “Milli Görüş” geleneğinin devamı olarak görmemiş, Turgut Özal’ı örnek aldığını çeşitli vesilelerle belirtmiştir. Nitekim Turgut Özal’ın ANAP’ı ile Erdoğan’ın AKP’si arasında sadece muhafazakârlık konusunda benzerlik yoktur. 1980’lı yıllarda dünyada muhafazakârlığın yükselmesiyle ANAP’ın, 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül terör olaylarından sonra radikal İslam’ı durdurmak için ılımlı İslam’ın yaygınlaşmasıyla beraber AKP’nin iktidara gelmesi konusunda benzerlik söz konusudur. Türkiye’de bu tanımın ortaya çıkmasındaki en büyük etken, sadece liberal ideolojiyi benimseyen partilerin kitle desteğinin bulunmamasıdır. Türkiye’nin seçim tarihine baktığımızda genel olarak liberal partilerin(Liberal Demokrat Parti ve Yeni Demokrasi Hareketi gibi) yaklaşık olarak %1 civarında bile oy almakta zorlandıkları görülmektedir. Toplumsal tabanı olmayan bu partilerin yerine 12 Eylül uygulamalarıyla muhafazakârlığın artmasıyla, içerisinde hem muhafazakârlığı hem de ekonomik yönden liberalleşmeyi savunan görüşleri barındıran partiler oluşmuştur. Nitekim bu görüşleri barındıran Anavatan Partisi 12 Eylül’den sonra yapılan ilk seçimlerde ezici çoğunluğu elde etmiştir.
      1983 yılında ANAP’ın iktidara gelmesiyle birlikte uygulanan liberal politikalar arasında İMKB’nin kurulması, sanayileşmede dış rekabete ülke ekonomisini açması gibi uygulamalar yer almaktadır. Bu dönemden itibaren devletin ekonomiden elini çekmesiyle, İslami kesimin piyasaya hâkim olmaya başladığı gözlemlenmektedir. Tarikatların genel olarak devletin dini politikaları yüzünden sermaye bakımından güçlenmesi sonucunda Anadolu Kaplanları deyimi oluşmuştur. Anadolu’da sermaye yönünden güçlenen dini tarikatlar, serbest piyasa ekonomisinden faydalanarak hem medya sektöründe hem de eğitim sektöründe güçlenmişlerdir. Etkiledikleri kitlelerin sayısı artarak önemli bir güç haline gelmişlerdir. ANAP’la başlayan ekonomik sistemi çok iyi kullanan dini tarikatlardan olan Gülen Cemaati, 1990’lı yıllardan itibaren medya sektörüne uzanarak Samanyolu TV, Zaman Gazetesi’ni kurmuşlardır. Ayrıca bu sektörlerin dışında sağlık, eğitim ve diğer alanlarda da atılım yapan Gülen Cemaatinin insanlar üzerindeki nüfuzu artmaya başlamıştır. Sonuçta etkilediği nüfuza örnek olarak; açılan eğitim kurumlarında yaklaşık olarak 3 milyon kişinin eğitim gördüğü belirtilmektedir.[39]  Etki alanı giderek artan tarikatların, siyasi partilere destek vererek güçlerini korumak için çabaladıkları görülmektedir. 2002 yılına kadar genelde sağ partilere destek veren tarikatlar, 2002 yılından itibaren yapılan tüm seçimlerde muhafazakâr-demokrat olan AKP’yi desteklemişlerdir.
      2001 yılında ANAP’ın siyasi arenada giderek zayıfladığı bir ortamda, Erbakan’ın Milli Görüş geleneğinden ayrılan Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kendisini muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmuştur. Siyasi olarak geleneksel ve otoriter bir yapılanmayı savunan, parti içi demokrasinin olmadığı AKP, ekonomi de ANAP gibi özelleştirmeyi ön plana çıkartan, serbest piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirmeyi amaçlayan bir parti görünümündedir. ANAP döneminde tam olarak yapılamayan özelleştirmeler, bu dönemde hayat bulmuştur. Ekonomi yönünden liberalleşmeyi savunan AKP, Türk Telekom, TÜPRAŞ ve PETKİM gibi büyük firmaları özelleştirmiştir. Bu tip özelleştirmeler, devletin kar getiren kuruluşlarının elden çıkmasını sağlayarak, yeni İslami finans kuruluşlarının güçlenmesine zemin hazırlamıştır. 2010 yılında MHP Aydın Milletvekili Ali Uzunırmak’ın verdiği soru önergesine Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın verdiği yanıta göre AKP, Türkiye’de en çok özelleştirmeyi yapan siyasi iktidardır. Milliyet’te yer alan haberde aynen şu ifadelere yer verilmekteydi: [40] “Özelleştirme uygulamalarına ilk defa 1986 yılında başlayan Türkiye, 24 yılda 39 milyar 600 milyon 581 bin dolarlık özelleştirme yaptı. Bunun 30 milyar 734 milyon dolarlık bölümü 7.5 yıllık AKP iktidarında gerçekleştirildi. 58, 59 ve 60’ıncı hükümet döneminde yapılan özelleştirmelerin toplam içindeki payı yüzde 77.6 oldu.”
      Sonuç olarak 1980 sonrası Türkiye’sinde askeri uygulamaların, toplumsal örgütlü düşüncelere önem veren bireylerin önüne set çekerek, rant ve kişisel çıkara dayalı apolitik bireyleri yetiştirdiği bir toplumsal dönüşmeyi hızlandırdığı, sol ideolojiye önem veren partileri tasfiye ederek hem dinsel öğelere hem de ekonomide özelleştirmeden yana olan partileri güçlendirdiği görülmektedir.   



      5. SONUÇ
      12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbe ile eski düzene ait görülen kavramlar, sloganlar, toplumsal düzen değişime uğramaya başlamıştır. Askeri rejimin uyguladığı yasaklamalarla yeni düzene geçilmiş, bu düzende siyasi ve ekonomik birçok değişiklik yaşanmıştır. Siyasi olarak getirilen düzenleme ve yasaklamalarla, 1980 öncesi toplumda varolan farklı siyasi yelpazedeki görüşler işlevini kaybederek siyaseten giderek yok olmaya yüz tutması sağlanmıştır. Bu yok olmayı sağlayan unsurların başında, askeri rejimin kabul ettirdiği anayasada yer alan seçimlerle ilgili düzenleme gelmektedir. Seçimlerle ilgili yapılan değişiklikte, ülke genelinde %10’luk seçim barajı sistemi getirilerek, farklı ideolojileri barındıran nispeten küçük parti olarak değerlendirilen siyasi partilerin TBMM’de yer almasının önüne geçilmiştir. %10’luk seçim barajı, halkın büyük çoğunluğunun oyunun TBMM’de temsil edilmemesini sağlayarak, oyların genel olarak boşa gittiğini göstermektedir. 2002 yılındaki seçimlerde ülke genelindeki seçmenin yaklaşık 1/3’ünün oyunu alan AKP, diğer partilerin baraja takılmasından dolayı mecliste 2/3 oranında temsil şansı yakalamıştır. İnsanların oy vermesini etkileyen en büyük nedenlerden birisi, oyunun boşa gideceği düşüncesidir. Bu nedenle kendi görüşlerini temsil eden partinin baraja takılacağını düşünerek, nitekim kendi görüşüne yakın olarak nitelendirdiği içerisinde birden fazla ideolojiyi barındıran merkez partilere oy vermektedirler. 1983 yılından günümüze kadar yapılan seçimlerden ortaya çıkan sonuca göre, merkez sağın simgesi 1980’li yıllarda Özal liderliğindeki ANAP iken 2000’li yıllarda ise ANAP’ın işlevini yitirmesiyle birlikte Erdoğan liderliğindeki AKP olmuş, merkez solun simgesi ise CHP olarak görülmüştür. Son seçimlere baktığımızda da bu iki partinin sürekli ilk iki sırada olduğu ve seçmenin yaklaşık 3/4’ünden fazlasının oyunu aldığı görülmektedir.
      Askeri rejimin yaptığı uygulamalarla seçmenlerin oy algısında değişiklik yaşanmıştır. Darbe öncesi toplumda söz konusu sağ ve sol kutuplaşmanın önüne geçmek için, büyük bölümü Müslüman olan toplumu bir arada tutmanın din vasıtasıyla gerçekleşeceğine inanmışlardı. Bu yüzden askeri rejim devletin ideolojisi olarak Türk-İslam sentezini belirlemiş, din dersinin okullarda zorunlu olarak görülmesini sağlamış, imam hatiplerin güçlendirilmesini amaçlamış, Komünizmi büyük bir düşman olarak görerek,  komünizmi ideal olarak benimsemiş aşırı uç sol partileri ve sosyal demokrat olarak kendisini tanımlamış Ecevit zamanı CHP’nin önüne set çekmiştir. Askeri rejimle gelen muhafazakârlaşmanın toplumda giderek karşılık bulmasıyla, içerisinde muhafazakâr unsurları barındıran partilerin seçimlerde yükseliş gösterdikleri görülmektedir. Askerin topluma ektiği muhafazakârlaşma eğilimi 2000’li yıllarda sonucunu artan bir etkiyle göstererek, AKP’yi açık ara seçimlerde bir numaralı parti durumuna getirmiştir. 1980’li yıllarda tüm dünyada devletin piyasadan elini çekmesi gerektiğine inanan görüşler iktidara gelmişlerdi. Liberal ekonominin en önemli mihenk taşını oluşturan piyasa ekonomisinin katı bir şekilde uyulmasını isteyen ABD öncülüğündeki ülkeler, Türkiye ekonomisinin de dünyaya açılması ve ekonomik liberalleşmenin sağlanması gerektiğini belirtmişlerdi. Ekonomide liberalleşme yönünde ilk adım olarak görülen 24 Ocak kararlarının mimarı olan ve askeri rejim dönemi hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olan Turgut Özal’ın kurduğu ANAP ilk girdiği seçimlerde iktidara gelmiştir. Kendisi muhafazakâr olan ve ekonomik olarak liberalleşmeyi savunan Turgut Özal, muhafazakâr-demokratlığın öncüsü olarak görülür. Askeri rejimin Komünizmi engellemek için uyguladığı dini politikalar sayesinde hız kazanan muhafazakâr hareketler; Özal döneminde yürürlüğe giren piyasa ekonomisinden faydalanarak güçlerini artırmışlar ve 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne büyük destek vererek iktidara getirmişlerdir. ANAP döneminde uygulanmaya başlanıp yarım kalan özelleştirmeler, AKP döneminde tamamlanmıştır. Bu iki partinin en büyük özelliği liberalleşmeyi ekonomik olarak ele alarak, devleti yönetme adına siyasi ve hukuki yönden sıkı bir otoriter tavır sergilemişlerdir. Özal askeri rejim tarafından siyasi yasak getirilen devrik liderlerin siyasete dönmesini konu alan 1987 yılında yapılan referanduma hayır oyu verilmesi için çalışmış, Erdoğan’da kendi döneminde gazetecilere yönelik olarak tutuklamalara destek vermiştir. Muhafazakâr-demokrat olarak kendisini açıkça tanımlayan AKP, Turgut Özal dönemi ANAP’ını örnek aldığını belirtmiştir. Sonuçta 1980’lerin başında Sovyetlerin ekonomik çöküşünü hızlandırmak ve nüfuzundaki toplulukları etkilemek için ABD önderliğindeki Batı dünyasında muhafazakârlaşma eğilimi artmış ve Türkiye’de kurulan ANAP’ın önü bu neticeden dolayı açılmıştır. 2001 yılında yapılan 11Eylül saldırılarına karşılık, ABD’nin radikal İslam’a yönelik yürüttüğü operasyonlar gereği ortaya çıkan ılımlı İslam anlayışının Türkiye’deki temsilcisi AKP, 2002 yılında iktidara gelerek günümüzde de iktidarını giderek güçlenen bir şekilde korumayı başarabilmiştir.

















 
       KAYNAKLAR
·         AHMAD, Feroz(2010); Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul
·         AHMAD, Feroz(2002); Modern Türkiye’nin Oluşumu, Doruk Yayınları, 2. Baskı, Ankara
·         CİVAOĞLU,Güneri(2004); Özal ve Erdoğan, Milliyet, 20 Kasım 2004, http://www.milliyet.com.tr/ozal-ve-erdogan/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetayarsiv/20.11.2004/95535/default.htm
·         ÇELİK, Hande(2006); 1980-2000 Yılları Arasında Türkiye’de Uygulanan Neo Liberal Politikaların İşçi Sınıfına Etkileri, Pamukkale Üniversitesi, Denizli
·         DİSK, Disk Etkinlikler Dizini, http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28
·         DOĞAN, Mustafa(2006);  Siyasal Açıdan 1980 Sonrası İslami Sermaye Birikim Modelinin Analizi: Türkiye’de İslam Bankacılığı, Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli
·         ERLER, Özgün(2007); Yeni Muhafazakârlık, AKP ve Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 10
·         ERMAN, Tahire; Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak Gecekondulu Kurguları, http://www.ejts.org/documents85.html
·         ESMER, Gülsüm Tütüncü(2008); Propaganda Söylem ve Sloganlarla Ortanın Solu, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:10, Sayı.3
·         ETE, Hatem ve EŞKİNAT, Doğan(2013);  Siyaset Arayışından Arayış Siyasetine Cumhuriyet Halk Partisi(2010-2013), SETA ANALİZ, Şubat 2013
·         GÜRSEL, Seyfettin(2013); Türkiye İçin Yeni Seçim Sistemi Önerisi, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi(BETAM), Ocak 2013
·         HASDEMİR, Tuba Asrak; 1980 Sonrası Türkiye’de Seçim Sistemi, SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi
·         Hürriyet(2005); AKP’de Marjinal Düşünce Bulunmaz, 14 Mart 2005, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=303572
·         Hürriyet(2012); Dindar Gençlik Yetiştireceğiz, 2 Şubat 2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19825231.asp
·         Milliyet(2010); Ak Parti 7.5 yılda 30.7 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, 13 Haziran 2010,  http://www.milliyet.com.tr/ak-parti-7-5-yilda-30-7-milyar-dolarlik-ozellestirme-yapti/ekonomi/sondakika/13.06.2010/1250355/default.htm
·         MUNYAR, Vahap(2009);Gülen okulları 3 milyon kişiye ulaşıyor, şimdi şeffaflık yolu arıyor, Hürriyet, 5 Haziran 2009, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11800420&yazarid=44
·         ÖZÇELİK, Pınar Kaya; 12 Eylül’ü Anlamak, SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi,
·         TASLAMAN, Caner(2011); Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul Yayınevi
·         TEZKAN, Mehmet(2012); Dindar Nesil Mi Yaşam Tarzı Mı, Milliyet, 11 Haziran 2012, http://gundem.milliyet.com.tr/dindar-nesil-mi-yasam-tarzi-mi/gundem/gundemyazardetay/11.06.2012/1552007/default.htm
·         TÜİK(2012); Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası, Ankara
·         TÜRK, Hikmet Sami; Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve Değişiklik Önerileri http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf




[1]Mustafa DOĞAN, Siyasal Açıdan 1980 Sonrası İslami Sermaye Birikim Modelinin Analizi: Türkiye’de İslam Bankacılığı, Kocaeli, 2006, s.68
[2] Mustafa Doğan, Siyasal Açıdan 1980………s.68
[3] Mustafa Doğan,  Siyasal Açıdan 1980………, s.66
[4] Hikmet Sami Türk, Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve Değişiklik Önerileri http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf
[5] Tahire Erman, Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak Gecekondulu Kurguları, http://www.ejts.org/documents85.html
[6] Tahire Erman, Gecekondu Çalışmalarında………
[7] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve Değişiklik Önerileri, http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf
[8] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde………
[9] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde………
[10] Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL, Türkiye İçin Yeni Seçim Sistemi Önerisi, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi(BETAM), Ocak 2013
[11] Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL, Türkiye İçin Yeni………
[12] Tuba Asrak HASDEMİR; 1980 Sonrası Türkiye’de Seçim Sistemi, SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi, s.261
[13] Tuba Asrak HASDEMİR; 1980 Sonrası Türkiye’de………s.261
[14] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası, Ankara, 2012, s.93
[15] Feroz AHMAD, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Doruk Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s.277
[16] Feroz AHMAD, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 4. Baskı, 2010, s.187
[17] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul Yayınevi, 2011, s.166
[18] Dr. Pınar Kaya ÖZÇELİK; 12 Eylül’ü Anlamak, SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi, s.85
[19] Hatem ETE ve Doğan EŞKİNAT, Siyaset Arayışından Arayış Siyasetine Cumhuriyet Halk Partisi(2010-2013), SETA ANALİZ, Şubat 2013, s.12
[20] Gülsüm Tütüncü ESMER, Propaganda Söylem ve Sloganlarla Ortanın Solu, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:10, Sayı.3, 2008, s.79
[21] Hatem ETE ve Doğan EŞKİNAT, Siyaset Arayışından……… s.13
[22] Dr. Hande ÇELİK, 1980-2000 Yılları Arasında Türkiye’de Uygulanan Neo Liberal Politikaların İşçi Sınıfına Etkileri, Pamukkale Üniversitesi, 2006, s.125
[23] Dr. Hande ÇELİK, 1980-2000 Yılları………s.137
[24] Dr. Tahire ERMAN, Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak Gecekondulu Kurguları
[25] Mustafa DOĞAN, Siyasal Açıdan 1980……… s.68
[26] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde……… s.167
[27] Dr. Hande ÇELİK, 1980-2000 Yılları………s.151
[28] Vahap MUNYAR, Gülen okulları 3 milyon kişiye ulaşıyor, şimdi şeffaflık yolu arıyor, Hürriyet, 5 Haziran 2009, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11800420&yazarid=44
[29] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde……… s.177
[30] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri……… s.93
[31] Hürriyet, AKP’de Marjinal Düşünce Bulunmaz, 14 Mart 2005, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=303572
[32] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri………s.94
[33] Güneri CİVAOĞLU, Özal ve Erdoğan, Milliyet, 20 Kasım 2004, http://www.milliyet.com.tr/ozal-ve-erdogan/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetayarsiv/20.11.2004/95535/default.htm
[34] Özgün ERLER, Yeni Muhafazakârlık, AKP ve Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 10, 2007, s.131
[35] Hürriyet, Dindar Gençlik Yetiştireceğiz, 2 Şubat 2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19825231.asp
[36] Mehmet Tezkan, Dindar Nesil Mi Yaşam Tarzı Mı, Milliyet, 11 Haziran 2012, http://gundem.milliyet.com.tr/dindar-nesil-mi-yasam-tarzi-mi/gundem/gundemyazardetay/11.06.2012/1552007/default.htm
[37] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri………s.93
[38] Disk Etkinlikler Dizini, http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28
[39] Vahap MUNYAR, Gülen okulları 3 milyon kişiye ulaşıyor………
[40] Ak Parti 7.5 yılda 30.7 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, Milliyet, 13 Haziran 2010,  http://www.milliyet.com.tr/ak-parti-7-5-yilda-30-7-milyar-dolarlik-ozellestirme-yapti/ekonomi/sondakika/13.06.2010/1250355/default.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİNE GENEL BAKIS(1945-1960)       GİRİŞ:         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Atatürk’ün ‘ Y...