SOSYO-EKONOMİK
STATÜ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASINDA OY VERMEYİ ETKİLEDİ Mİ?
GİRİŞ
Askeri
düzenin yaşandığı 1980 döneminde, 12 Eylül öncesi güçlü partilerin, 12 Eylül
sonrasında aynı gücü koruyamadıkları görülmektedir. Bir askeri darbe düşünelim
ki, toplumu her yönüyle değiştirmeye kalksın, onlara yeni roller vermeye
çalışsın. Makalemizde de 12 Eylül’ün halk üzerindeki oy verme konusundaki
etkisi ve halkın siyaset üzerindeki bakış açısının değişmesi gibi konular ele alınmaktadır.
Seçmeni etkileyen iç ve dış koşullar, din faktörü, karma ekonomiden liberal
ekonomiye geçiş, seçim sistemi, yoksul
insanların üst kesime hitap eden partileri neden seçtikleri gibi beş kavram
anlatılmaktadır.
1980 sonrası değişen siyasi atmosferde,
seçmenlerinde oy tercihlerinde büyük değişmeler meydana gelerek, siyasi açıdan
bağlı oldukları partiler yerine daha farklı partileri seçmeye başlamışlardır. Kentlerde,
sosyo-ekonomik açıdan alt sıralarda kalan insanlar, ekonomik olarak üst kesime
yakın partileri seçmeye zorlanmışlardır. Bu yoksul kesimde yaşayan insanların,
genellikle kendi görüşlerine yakınlık sunmadan liberal uygulamaları benimsemiş
partileri seçmesi, özellikle 1980 sonrası Siyasal İslam’ın bu bölgelerden
birinci parti olarak çıkması ilgi çekici bir konudur. 1980 sonrasında askeri
vesayet altındaki devlet iktidarı, İslam’la siyasi ve iktisadi yönden iç içe bir görüntü sergilemiştir. Bu
ilişkinin iç ve dış koşullarını 12
Eylül askeri darbesi ile Avrupa ve ABD’de önemli değişimler yaşanarak İngiltere’de Thatcher ve
ABD’de Reagan yönetimleri iktidara gelmesi oluşturmuştur. “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen bu sisteme devletin ayak
uydurabilmesi için, öncelikle 1970’li yıllarda fırtına gibi esen sol rüzgârının
önüne set çekme politikası izlenmesine karar verilmişti.
Din faktörünün seçmen
üzerinde etkili olmasının nedenlerini neler oluşturmaktadır diye sorduğumuzda,
solun
boşalttığı alanın İslami
ideoloji tarafından doldurulmasında, hem uluslar arası koşulların hem de iç
koşulların birbirine uyumu söz konusuydu.
ABD’nin, Sovyetler Birliği ve
sosyalizmin yayılmasını
önlemek üzere uygulamaya soktuğu ve İslam’ın merkezinde yer aldığı “Yeşil Kuşak Projesi”, Sovyetler Birliği’ni ve sosyalizmi, coğrafi olarak İslami bir hatla çevreleyerek kuşatmayı amaçlamaktaydı.
Sosyalizme alternatif İslami unsurları ön plana çıkartan partilerin önünün
açılması Türkiye’de de yürürlüğe koyulmuş ve Refah Partisi’nin öne sürdüğü “Adil Düzen” bunun örneğini oluşturmaktaydı.
Adil Düzen programı, ekonomik ve sosyal adaleti öne çıkaran, solun hareket alanına hitap eden
vurgulara yer verirken, kentlerin varoşlarındaki
işsizlerden göçle gelen yeni işçilere;
Müslüman entelektüellerden, küçük
sanayicilere ve serbest meslek sahiplerine kadar toplumun farklı
kesimlerini Siyasal İslam’ın çatısı altında
birleşme önerisini sunmuştur.[1] Bu kesimlerin büyük çoğunluğunun esas olarak siyasal alanda sola
yakınken, siyasette sola dair boşluğun
bulunmasından ötürü, İslamcı-muhafazakâr partilerin etki alanında
kalmaları, boşluğun Siyasal İslam ile doldurulduğunu göstermektedir.[2]
1980 sonrası siyasi partilerin kurulup normal
düzene geçiş aşamasına kadar geçen sürede halkın eğitim gören kesimi içeride
tutulurken, gecekondu semtlerinde liberal politikaları öven propagandalar yapılmıştır.
1980’li yıllardan sonra, Türkiye’nin içinde bulunduğu askeri yönetim,
tüketim toplumunu öven liberal partilerin önünü açarak, toplumu üretmekten çok
kolay yolda para kazanabileceği marjinal mesleklere yönlendirmiş ve
tüketmenin bir sosyal statü olduğunun benimsenmesi amaçlanmıştır. Bu politikaların
uygulanmasının yanında, sosyal adaletten yana alan partileri yıpratmak amacıyla
yapılan kültürel propagandalarla sosyal
harcamaların azaltılması, devletin
küçültülmesi, apolitikleştirme, liberal politikaları referans alan
merkez sağ odaklı tek tip partiler ve siyaset alanının oluşturulması gibi
hedefler 12 Eylül sonrası belirlenmiştir.[3]
12 Eylül’den hemen sonra halkın nabzını
izleyen ve onlara kentteki dışlanmışlık hislerinin sebebinin acımasız
kapitalist sitem olduğunu söyleyen siyasal partiler (CHP, TKP vb.) birlikte
sendikaların(DİSK vb.) faaliyetleri durdurulmuştur. 1980 sonrası toplumda taban
sahibi olarak nitelendirilen Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi
kapatılmış, liderleri siyasi yasakla cezalandırılmış ve yeniden söz sahibi
almalarının önüne geçilmiştir. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında sol
söylemlere ciddi derecede kısıtlanma getirtilerek, solun siyaset alanı olan
gecekondulardan izole edilerek boşaltılması sağlanmıştır. Bu dönemde Erdal İnönü
başkanlığında kurulacak bir partiye izin verilmemiş olup, geçmişte 1977
seçimleri sırasında Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adayı olan Turgut
Özal’a Anavatan Partisi kurmasına izin verilmiştir. Üç partinin seçime girdiği
1983 seçimlerinde liberal politikaların savunucusu durumundaki ANAP, oyların
%45’ini alarak tek başına iktidar olmuştur. Daha sonra ANAP’ın uzun süren
iktidarından sonra 1990’ların ortalarından itibaren bayrağı Refah Partisi
almış, 2002’den itibaren de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olmuştur.
Türkiye’de uygulanan seçim sistemler oy
vermeyi etkileyen önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Seçim sistemleri hem
partilerin karakteristik özelliklerini, hem de seçmenin tercihlerinde
değişikliğe yol açmıştır. Askerlerin yapılması için şart koştuğu 1982
Anayasası’nda seçimlerle ilgili ciddi değişiklikler uygulanmış, 1965’ten beri
uygulanan barajsız seçim uygulamasına son verilerek, %10 seçim barajı
konulmuştur. Bunun en önemli sakıncasını; 3 Kasım 2002 günü yapılan
milletvekili genel seçiminde yalnız % 34,3 oranında oy alan AKP, Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nde 363 sandalye, % 19,7 oranında oy alan CHP 178 sandalye, % 1
oranında oy alan bağımsızlar 9 sandalye kazanmışlardır.[4]
Yaklaşık %46 oranındaki seçmenin oyu çöpe gitmiştir. Bu nedenden dolayı
kendilerine yakın gördükleri partilerin TBMM’de temsil edemeyeceği fikrine
kapılanlar, merkez partilere oy vererek, oylarının çöpe gitmemesini
istemektedirler. 1965 yılında barajsız olmasından dolayı seçimlerde her ferdin
verdiği oyun temsil edildiği varsayıma örnek olarak, %3 oy alan Türkiye İşçi
Partisi’nin 15 milletvekili çıkarması gösterilebilir.
Yoksulluk oranları git gide artıyorken neden kendi zenginlerini yaratan
partiler seçiliyor sorusu aklımıza gelen başlıca sorulardandır.
Yoksulluk artarken insanlar, rant ekonomisi ve marjinal mesleklerle kolay yolda
zengin olmayı vaat eden partilerin peşinden koşmuşlardır. Yoksul insanlar için
bir umut olan 1970’li yıllarda gecekondulu kavramı, şartların mağduru olarak “Sömürülen Öteki” diye adlandırılmış ve
kapitalist sistemin getirdiği dengesiz gelişmenin getirdiği yoklukla mücadele
edenler olarak sol partilere oy vermişlerdir.[5] 1977
yılındaki seçimler sosyal demokratların su geçirmez şemsiyesi durumundaki
CHP’nin %41 oy alması, bunun örneğini oluşturmaktadır. 1980 sonrası özellikle
liberal politikaların uygulandığı Özal döneminde gecekondu afları çıkması ve bu
binaların apartmanlaşmasına izin verilmesiyle, rant yolunu açarak, burada
yaşayan insanların bu ranttan yararlanabilmek için liberal partilerin
seçilmesine dikkat etmişlerdir.[6]
Devlet bu tip uygulamalara izin verirken, bu yerlerde sola yakın görüşleri
barındıran yerler için, şiddetin kol gezdiği, yasadışı faaliyetlerin hâkim
olduğu yerler olarak bakılmış ve devletin varlığına tehdit olarak algılanmıştır.
Sosyal adalet dışında toplumda rant ve kolay yoldan para kazanmak gibi görüşler
daha ağırlık kazanırken, eğitimle bir yere varılamayacağı düşünülerek
seçimlerde de önemli bir faktör halini almıştır. Dikkatle incelenirse,
üniversitede okuyan kesimlerdeki kişiler arasında muhafazakârlık olgusu ve muhafazakâr
partilerin oy oranı da giderek artan bir süreç göstermektedir. Adalet ve
Kalkınma Partisi bu şartlar altında muhafazakârlaşan toplumla birlikte gücünü
iyiden iyiye artıran siyasal bir tekel halini alarak seçimlerde %50 oy
almıştır.
1. LİTERATÜR
TARAMASI
Seçim sitemlerinde yüksek baraj
sisteminin kullanılması temsilde adaleti engelleyen faktörlerin en başında
geldiğini belirten birçok görüş mevcuttur. Bu görüşleri ifade edenler arasında
yer alan Prof. Dr. Hikmet Sami Türk bu konuyla ilgili; % 10 oranındaki ülke
barajının kesinlikle adaletsiz sonuçlar vereceğini belirtirken, 3 Kasım 2002
seçimlerinin sonuçlarının temsilde adaletin sağlanamadığının en büyük
göstergesi olduğunu söylüyordu.[7] 3
Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerde AKP’nin %34,3 oranında oy almasına
rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 363 milletvekilliği, % 19,7 oranında
oy almasına rağmen CHP’nin 178 milletvekilliği kazandıklarını vurgularken, TBMM’deki
temsil oranlarının AKP’nin % 66, CHP’nin ise % 32,4 olduğunu ifade etmiştir.[8] Bu
şekilde AKP bu seçimlerde %34 oy olmasına rağmen, parlamentoda %32 civarında
daha fazla temsil hakkı elde ettiği ortadadır. Diğer partilerin baraj dışı
kalması bu durumun oluşmasındaki en büyük etkeni oluşturmaktaydı. Hikmet Sami
Türk 2007 seçimlerini şu şekilde değerlendirmiştir:[9] “22
Temmuz 2007 günü yapılan milletvekili genel seçiminde % 46,58 oranında oy alan
AKP, Meclis'te 341 sandalye, % 20.88 oranında oy alan CHP 112 sandalye, % 14.27
oranında oy alan MHP 70 sandalye, % 5.24 oranında oy alan bağımsızlar 26
sandalye kazanmışlardır. Meclis'teki temsil oranları, AKP % 62.11, CHP % 20.40,
MHP % 12.75, bağımsızlar % 4.74; oy oranının üstündeki sandalye sayısı ile tek
aşkın temsil oranı, AKP %15.53'tür. Diğer partiler, ya eksik temsil oranlarıyla
Meclis'te yer almışlar, ya da Meclis dışında kalmışlardır.”
Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’de mevcut
seçim sistemindeki baraj yüksekliğinden şikâyet ederek, seçim barajının %5’e
indirilerek, mevcut sistemin değiştirilmesi yönünde görüş belirtmiştir.[10]
Seyfettin Gürsel bu sistemin devam ettirilmesi durumunda bir takım
olumsuzlukların devam edeceğini söylemektedir. Ona göre; barajın % 10’da kalmasıyla bir partinin %34-35 gibi
oldukça düşük bir azınlık oyu ile tek başına iktidar olması mümkün olduğu gibi,
mevcut sistemle devam edildiği takdirde Türkiye’nin gelecekte meşruiyet
sorunlarının giderek artan bir şekilde yaşaması mevcut olabilecektir.[11]
Doç. Dr. Tuğba Asrak Hasdemir’de, Türkiye’de uygulanan %10’luk seçim sisteminin
yüksek olduğunu söylemiş, Almanya’da uygulanan %5’lik seçim barajının mevcut
demokrasilerde görülen en yüksek seçim barajını oluşturduğunu ifade etmiştir.[12]
Küçük partileri tamamen tasfiye eden bu uygulamanın önüne geçmek için bağımsız
adaylık yoluna başvurulmuştur. Fakat bağımsız adaylık yoluyla küçük partilerin
listelerine aldıkları kişilerin barajı aşmalarını engellemek amacıyla, 1987
yılında çıkarılan 3377 sayılı yasanın 9.maddesi ile bağımsız adayların da
milletvekili olabilmesi için listesinde yer aldıkları partinin %10’luk genel barajı
aşması gerekliliği ön plana çıkartılmıştır.[13]
12 Eylül dönemi askeri vesayetin hedeflediği, koalisyonlara neden olacak bir
meclis aritmetiğinin oluşmasını önlemek amacına uygun olarak, bu düzenlemeyle
mecliste bir iktidar partisi çoğunluğu(1983 ve 1987 seçimlerinde ANAP’ın
iktidar olması) sağlanmıştır. Oyların merkezde toplanmasını isteyen yönetim,
böylelikle küçük partilere oy veren insanların merkeze kaymasını
amaçlamışlardır. 1983 ve 1987 seçimlerinde ANAP’ın %45,1 ve %36,3 oranında oy
alması, 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde AKP’nin %34,3, %46,6 ve %49,8 oy alması
merkeziyetçi parti olduğunu söyleyen partilerin güçlendiğini gösteren örnekleri
oluşturmaktadır.[14]
12 Eylül dönemi uygulamalarında en önemli
yeri dinin devlet tarafından öne çıkartılması oluşturmaktaydı. Bu konuda Feroz
Ahmad dinin devlet tarafından toplumun bütünleştirici olarak kullanıldığı
görüşündedir. İslam’ın diğer dersler gibi okullarda öğretilmesine bizzat askerler
tarafından karar verildiğini dile getirmiş, askerlerin toplumdaki bölünmenin
üstesinden gelecek olan kuvvetli argümanın din olduğunu varsaydıklarını
belirterek, din konusunda askerlerin çabalarını Anavatan Partisi benimsemiştir.[15]
Ona göre askerler; siyasal hayatın yeniden inşasına öncelik verirken,
sosyalistleri, sosyal demokratları başta DİSK olmak üzere sendikaları kapatarak
solun tasfiyesini hızlandırmışlardır.[16]
Ayrıca askerler, Türk-İslam sentezini benimseyerek aynı görüşü benimseyen aşırı
sağ MHP’yi de tasfiye ederek muhafazakârlığın önünü açmıştır. Doç Dr. Caner
Taslaman’da 12 Eylül’deki asıl hedefin, merkezden bağımsızlaşarak çevrede
etkili olan İslami kesimin gücünü arttırmasına olanak sağlanarak, İslami dünya
görüşüne alternatif olan Marksist ideolojinin, sivil toplumdaki gücünün yok
edilmesi doğrultusunda politikalar oluşturulmuştur. [17] Özellikle
1980 darbesinde, İslam’a toplumun çimentosu olma vazifesi yüklenerek komünizm
tehlikesine karşı etkili bir silah olarak değerlendirilmiştir. Bazı görüşlere
göre 1980 dönemi, Türk-İslam sentezinin, egemen ideoloji olan Kemalizmin yerine
getirildiği politikaların uygulandığı dönemdir.[18]
İmam hatip okullarına verilen ağırlıkla, din derslerinin normal okullarda
okutulmasına karar verilmesi, felsefe ve mantık gibi derslerin dışlanması söz
konusuydu.
1970’li yıllar boyunca CHP, Soğuk Savaş ikliminde
radikal bir parti izlenimi vermemek adına sosyal demokratlık yerine Demokratik
Sol kimliğini benimseyerek, halkçılık ilkesine uygun olarak Bülent Ecevit
önderliğinde köylü nüfusu etkisi altına almaya çalışmıştır.[19]
Gülsüm Tütüncü’ye göre 1970’li yıllardaki seçimlerde CHP’nin başarılı
olmasındaki sebep; “Tekelleri
kuşatacağız!”, “Toprak işleyenin su kullananındır!”, “Vurguna, soyguna,
sömürüye son!”, “Devlete de servete de kul olmayacağız!”sloganlarıyla alt
kesimleri etkilemesiydi.[20]
Sonrasında bu uygulamaları dile getiren Ortanın Solu ifadesiyle özdeşleşen CHP,
12 Eylül darbesiyle kapatılmıştır.[21] Sol
partilerin erozyona uğrayarak, gecekondu alanlarında etkisini kaybetmesinin
ardında genelde 12 Eylül dönemi uygulamalarının olduğu gözlemlenmektedir. Sol
partiler için bir oy kazancı olarak görülen sendikalara yönelik sert tutumlar,
sol partilerin işçi sınıfı üzerindeki etkisini törpülemiştir.12 Eylül’den hemen
sonra sendikaların faaliyetlerinin durdurulması nedeniyle sendikalar da siyasi
partiler gibi siyasal ve ekonomik alanların dışarısında bırakılarak
etkisizleştirilmişlerdir.[22]
Askeri rejimle solun tasfiyesi sağlandıktan sonra uygulanmaya neo liberal politikaların
sosyal hayatın değişiminde etkili olduğunda dair görüşler mevcuttur. Dr. Hande
Çelik’in belirttiği gibi neo liberalizmin etkisiyle iş kollarında marjinal
sektörler ortaya çıkmış ve özellikle popülizmin doruk noktalarına çıktığı bu
yıllarda sürekli tüketimin teşvik edilmesi işçi sınıfını yani alt sınıfı
olumsuz yönde etkilemiştir.[23] Yine
de bu dönemde bu semtlerden neo liberal ekonomiyi benimsemiş partilere oy
çıkmasının arkasındaki sebeplerden olan rant paylaşımı konusunda Dr. Tahire
Erman şu tespitlerde bulunmaktadır:
“Özellikle liberal politikaların uygulandığı Özal döneminde
çıkarılan gecekondu afları ve gecekondu arazisi üzerinde dört kata kadar bina
yapılmasına izin verilmesi ile birlikte gecekonduluya formel konut piyasasında
rant yolu açılmış; gecekondu arazisi büyük kazanç getiren ticari meta haline
gelmiştir. Bunun da ‘evvelden bir gecede gecekondularını yapıyorlardı; şimdi
bir günde köşeyi dönüyorlar’ diye halkın tepkisini çektiği basında sıkça ifade
edilmektedir. Bu fikre kuşkulu yaklaşan akademisyenler vardır. Örneğin Wedel,
‘gecekondu yapımında spekülasyon ve rantın bir söylem olarak ön plana
çıkarılması belli toplumsal tabakaların çıkarlarını koruyan, eski “medeni” ve
burjuva İstanbul’un yeniden kurulmasına ve köklü ıslah çalışmasına karşı sosyal
sorunlar nedeniyle yükselen sesleri bastırmak için ortaya atılan bir bahane
olabileceği kuşkusunu uyandırmaktadır’ demektedir. Özal'ın, gecekonduları
formel konut piyasası içine çekmek için yaptığı yasal değişiklikler sonucunda
ortaya çıkan ‘yasal rant’ın yanında, gecekondu üzerinden enformel piyasada
işleyen büyük rantlar da söz konusudur, ve olayın aktörleri olarak ‘arazi
mafyası’ ‘gecekondu mafyası’ gündeme gelmektedir.”[24]
1980 sonrası Türkiye’de yaygınlaşan neo liberal
uygulamaların ardında dışarıda gelişen koşulların yattığını öne süren
düşünceler vardır. Caner Taslaman’a göre merkez-çevre ilişkisi ülkelerin
politikalarını etkilemektedir. 1980’ler Türkiye’sinde merkez devlet olan ABD’de
devletin ekonomi üzerindeki denetiminin azalması isteyen yönetimin iktidara
gelmesi ve çevre devlet olan Türkiye’nin buna ayak uydurması söz konusudur.
1979 yılında Sovyetler’in Afganistan’ı işgali Batı ittifakının lideri ABD’yi
zor durumda bırakmış ve Yeşil Kuşak Teorisi’ni uygulamaya koyulmuştur.[25] Taslaman’a
göre; 1980’li yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı kutbunun lideri
durumundaki ABD’de Ronald Reagan’ın başkanlığı ve diğer önemli bir uluslararası
aktör olan İngiltere’deki Margaret Thatcher başbakanlığı elde etmesiyle,
devletin rolünün küçültüleceği ekonomik liberalizm politikalarını uygulamaları;
bu anlayışın yaygınlaşmasında ve Türkiye’yi etkilemesinde önemli olmuştur.[26]
Türkiye bu dış etkenlerin vasıtasıyla neo-liberal politikalara hız vermiş, bu
dönemde 24 Ocak kararlarının alınmasında etkili olan Özal askeri dönemde
başbakan yardımcılığı yapmış ve sonuçta 1983 yılında kurduğu Anavatan partisi
oyların %45,1’ini alarak iktidara gelmiştir. Bu dönemden itibaren uygulanan dış
dünya ile sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve kambiyo kontrollerinin
kaldırılması ve KİT’lerin özelleştirilmesi gibi politikalar dönüm noktasını
oluşturmuştur.[27]
Uygulanmaya başlanan bu değişikliklerin Özal’ın muhafazakâr kimliği ile
birleşmesi sonucunda İslam’ı kesimin sermaye yönünden güçlenmesi ön plana
çıkmış, günümüzde etkinliği artan Gülen hareketinin bir nevi önü açılmıştır. Doç.
Dr. Caner Taslaman bu liberalleşme hareketlerinin siyasal İslam’ı ekonomik ve
siyasi yönden güçlendirdiğini belirtmektedir. Devletin ekonomi üzerindeki
denetimi azalınca, İslami kesimden gruplar sadece yeni zengin kesimden destekçi
bularak değil; doğrudan holdingler, finans kurumları ve şirketler kurarak
piyasa ekonomisinden faydalanmışlar ve güçlenmişlerdir. Örneğin Işıkçılar
olarak bilinen grubun İhlâs Holding, İhlas Finans, İhlas İnşaat gibi birçok
şirketi ve Türkiye Gazetesi, TGRT gibi medya kuruluşlarını kurması, Gülen
hareketinin Zaman gazetesini, Samanyolu televizyonunu kurması, ayrıca birçok
yerde okul kurarak Hürriyet yazarı Vahap Munyar’ın belirttiği gibi 3 milyon
kişiye eğitim vermesi gücünü artıran etmenlerdendir.[28] Piyasa ekonomisi, İslami kesimin etkili
grupları için Kemalist ideolojiden uzaklaşarak kendi ideolojilerini yayma
fırsatını tanımıştır. Nitekim elinde bulundurdukları hem basın araçları ve
sermaye ile hem de etkiledikleri insan sayısıyla AKP’ye destek vererek onun
iktidara ulaşmasında büyük katkıları olmuştur.[29] 2002,
2007 ve 2011 seçimlerinde AKP’nin aldığı oylar sırasıyla %34,3, %46,6 ve
%49,8’dir.[30]
AKP ve ANAP gibi partiler kendilerini hep
liberal ekonomileri uygulayan merkez partisi olarak görmüşlerdir. Zira Başbakan
Erdoğan bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir.[31] “AKP
ne sağın, ne solun aşırısına açık olan bir partidir. Biz merkeze
yakın olan herkese açığız. Biz aşırılıklardan uzağız. Buluşma
noktamız orta yoldur ve bunun da siyasette adı, merkez siyasettir. Kim ne derse
desin, siyasetin merkezinde Türkiye’de AKP vardır. Bizim kendimizi inşa
ettiğimiz yer siyasetin merkezidir. Yola böyle çıktık, yolumuza böyle
devam edeceğiz.”
Liberal politikaların uygulanması için toplumda gerekli alt yapı desteği almaya
başlayan muhafazakâr partilere ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede liberaller oy
potansiyeli itibariyle muhafazakârlığı ön plana çıkartan partilerin içerisinde
onların kararlarına uygun şekilde yer aldılar.
Nitekim 1995 seçimlerine liberaller Cem Boyner önderliğinde kurulan Yeni
Demokrasi Hareketi’yle girmişler ama bu parti oyların sadece %0,5’ini
alabilmiştir. [32] Oyları ilk girdiği seçimde tavan yapan
ANAP’ta merkez partisi olarak hem muhafazakâr hem de liberal görüşleri bir
arada tutan çizgide siyasi hayatını sürdürmüştür. AKP’de ANAP gibi liberalizm
ile muhafazakârlığın sentezini yapmaya çalışmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi
içerisinde Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek gibi Özal’ın ANAP’ında önemli görevler
yapmış kişileri içerisinde barındırarak ANAP’ın devamı niteliğinde olduğunu
göstermiştir. Özal’ın önderliğindeki ANAP ve Erdoğan önderliğindeki AKP
kendilerini her şeyin merkezinde olan muhafazakâr demokrat olarak
tanımlamışlardır. Güneri Civaoğlu; ANAP lideri Özal ile AKP lideri Erdoğan
arasındaki benzerlikleri ifade etmiştir.[33]
AKP’nin tıpkı Anavatan gibi kurulduğu ilk yılda iktidara geldiğini, Özal’ın ilk
kez aktif siyasete Erbakan’ın MSP’sinden milletvekili adayı olarak katıldığını,
Erdoğan’ın da Erbakan’ın yanında siyasete girdiğini, ikisinin
de sonradan Erbakan’dan koparak, değişim göstererek kendi politika çizgilerini
oluşturarak başarı gösterdiklerini, ayrıca ikisi de parti kurmadan önce ABD’den
olumlu yönde sinyal aldıklarını, ikisinin de kafasında başkanlık sisteminin
yattığını söylemiştir.
Başbakan’ın Başdanışmanı olan Yalçın
Akdoğan, muhafazakâr-demokratlıkta gelenek ile modern kazanımların bir arada
yürüdüğünü belirtmektedir.[34] AKP
muhafazakâr-demokrat olarak geleneksel öğelerden dindarlığı kastettiği
ortadadır. Nitekim Başbakan bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmiştir:[35] “Türkiye’yi
dindarlar-dinsizler diye ayırdığımı söylüyor. Önce şu kulakların duymaya
alışsın. Benim ifademde dindarlar-dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir
gençlik yetiştirme var. Bunun arkasındayım. Muhafazakâr demokrat partisi
kimliğine sahip bir partiden ateist bir gençlik yetiştirmemizi mi bekliyorsun?
Senin öyle bir amacın olabilir ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz
muhafazakâr, demokrat, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil
yetiştireceğiz. Bunun için varız. “ 12 Eylül uygulamalarının dönüştürdüğü bir
toplumda bayrağı devralan AKP’nin toplumdaki sosyal değişimleri giderek
artıracağını söyleyen Mehmet Tezkan, ortaokulların da imam hatibe dönüşeceğini
varsayarak, özel hayata giderek müdahalenin artacağını söylemektedir.[36]
2.
HİPOTEZLER:
2.1.Seçim
sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze
doğru kaydırmıştır.
12 Eylül 1980 yılındaki darbe öncesi
kullanılan milli bakiye sistemi ile
küçük partilerin de TBMM’de temsil edebilme şansı doğmuş, bunun sonucunda da
aşırı sol ilkeleri benimsemiş olan Türkiye İşçi Partisi oyların yaklaşık %3’ünü
almasına rağmen 15 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu sistemin önemi, seçim
çevresinde değerlendirilmeyen artık oyların, milli seçim çerçevesinde
birleştirilerek partiler arasında dağıtılmasından kaynaklanır. Bu sistemle oy
oranı ile meclisteki sandalye oranı arasında bir yakınlık elde edilerek
seçmenin oylarının boşa gitmemesi sağlanmıştır. Seçmen üzerinde baraj gibi bir
baskının olmaması en uç noktadaki partilerin, kendilerini destekleyen halkın
sorunlarını dile getirme konusunda ifade kolaylığı elde etmesini sağlamıştır.
Halk merkez partilerin kendilerini ifade etmediğini düşündüğü zaman, daha
kendine yakın görüşler besleyen küçük partilere oylarını vererek, onlar
vasıtasıyla temsil edilme hakkını elde edebiliyordu.
12 Eylül’de askerlerin ülke yönetimine el
koyması ve 1982 yılında belirlenen yeni anayasa ile birlikte seçim sisteminde
de değişikliğe gidilerek %10 gibi çok yüksek bir seçim barajı koyulmuştur. Bu
şekilde ülke
genelinde % 10 barajını aşamayan partiler, bir bölgede birinci parti durumunda
olsalar bile mecliste sandalye sahibi olamazken, ülke genelinde barajı geçen
parti, o bölgede az sayıda oy alsa bile, bölgenin milletvekilleri kontenjanını
elde etme hakkını kazanmaktaydı. 2002 yılındaki seçimler bunun en iyi örneğini
oluşturmaktadır. Seçimlerden AKP %34, CHP ise %19 oy alarak barajı geçen iki
parti olmuş ve yaklaşık %46’ya yakın oy temsil edilmemiştir. Bu uygulama,
demokrasi adına oyların çöpe gitmesi anlamına gelirken, küçük partilere
ideolojik olarak bağlı kesimlerin, nispeten daha merkezde olan partilere oy
vermeye başlamasına neden olmuştur. Türkiye, 1980 öncesi tüm partilerin kapatıldığı,
liberal politika karşıtı küçük partilerin kritik bir rol oynamasını önlemek
için konulan % 10’luk seçim barajı ile tanıştığı bir dönem yaşamıştır. 1983
seçimlerinden başlayarak bugüne kadar yapılan seçimlerde halkın küçük
partilerin temsil edemeyeceğini düşünerek, onları birer tabela partisine
çevirdikleri görülmektedir. Barajın uzun süreli olarak yüksek seviyede olması,
seçmen ve parti davranışlarını etkileyerek, bazı küçük partilerin zamanla yok
olmasını sağlayarak, oyların zaman içerisinde büyük partilerde toplanmasına
neden olmaktadır. Bunun en büyük göstergesini 2011 genel seçimler
oluşturmaktadır. AKP %50 oy alarak muhafazakâr demokratların merkezi temsilcisi
olurken, CHP ise %26 ile sosyal demokratların merkezi ve MHP’de %13 ile
milliyetçilerin merkezi olan bir yapıya bürünmüştür. Barajı aşan bu üç partinin
toplam oyu yaklaşık %90 civarında olarak, toplumdaki oyların nasıl merkez
partilerinde toplandığını göstermektedir.
2.2.Dinin
toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.
1980 yılında gerçekleşen askeri darbe
sonucunda toplumda sağ ve sol olarak toplumda meydana gelen bölünmenin önüne
geçilebilmek için, din bütünleştirici bir araç olarak kullanılmıştır.
Muhafazakârlığın yükselmesinin en büyük sebebi olarak 12 Eylül
gösterilmektedir. 12 Eylül askeri vesayetinin uygulamaya koyulduğu ilk işlerden
birisi; okullarda din dersinin zorunlu olarak okutulması olmuştur. 1980’li
yıllar sonrasında sağın ideolojik üstünlüğünü etkinleştiren araçları dinsel
temalı konuşmalarını bizzat dönemin darbe lideri Kenan Evren tarafından
yapılması, halk nezdinde ciddi bir propagandaya neden olmuştur. Bu çerçevede
din ve inkılâp tarihi gibi derslerin ağırlıklı konuma getirilmesi ve felsefe ve
mantık gibi konuların eğitim sisteminin dışına atılması, gelecek nesilleri
etkileme yönünde önemli adımları oluşturmuştur.
12 Eylül yöneticilerinin din üzerinde
ağırlık vermesinin sebeplerinden birini de ABD’de Reagan ve İngiltere’de
Thatcher’in Yeni Muhafazakârlık politikaları adıyla iktidara gelmesi ve
Sovyetler Birliği’nin dağılmasını kolaylaştırabilmek için etrafını İslami hatla
çevreleyecek politikaların uygulanmaya başlanması oluşturmaktadır. Bu dönem
devlet politikalarının özünü Türk-İslam tezini savunan görüşler
oluşturmaktadır. Devletin genel olarak sağ ideolojiyi öne çıkartan kişileri(daha
fazla dindar, muhafazakâr ve milliyetçi isimleri) kendi kadrosuna katarak, devlet kurumlaşmasının liyakat sistemi yerine, politik ilişkiye dayandığı süreç, 1980 askeri darbesi sonrasında Özal
iktidarı ile birlikte katlanarak artan bir etki yaratmıştır. Dinin resmi ağız
olarak öne çıkartılması, halkın çocuklarına isim koyması konusunda da öne
çıkmıştır. Bu dönemde genelde Türk-İslam tezine uygun isimlerin koyulmasına
yönelik titiz çalışmalar çerçevesinde halk üzerinde etkili bir kampanya
başlatılmıştır. Sol partilerin tamamen yasaklarla tavsiye edildiği bir düzende,
bu kampanyaların mirasçısı durumundaki Anavatan Partisi oyların %45’ini alarak
iktidara gelmiştir.
Sol politikalara keskin bir yasaklama
getirilerek, YÖK kurularak üniversite öğretim elemanlarından sol görüşlü olanların
atılmasının sağlanması, Türk İslam Sentezi’nin onayladığı fikre uyum gösteren
öğretim üyelerinin önünün açılması, sol ideolojinin önemli meyvesi olan
toplumun politikleşmesinin önüne geçilmesi, apolitikleşmenin sağlanması gibi
nedenler seçmenlerin sol partilere oy vermesini azaltan etmenlerdendir. Sol
partilerin oy almada çektiği zorlukların en başında, gecekondularda
kendilerinin etki göstermesinin önüne geçilerek, devletin boşalttırdığı bu
alana muhafazakâr partilerin yerleşmesine izin verilmesi gelmekteydi. 12 Eylül
uygulamalarından bugüne kadar yapılan seçimlerde genel olarak görülen tablo;
muhafazakârlığı ön plana çıkartan partilerin yükselen bir grafik çizdiği ortaya
çıkmaktadır. 2002’den bu yana ülkemizi yöneten AKP oylarını artırarak siyasi hayatına
devam etmesi, 12 Eylül uygulamalarının ortaya çıkardığı toplumsal olgunun zirve
noktasıdır.
2.3.Dış dünyanın etkisiyle uygulanan liberal politikalar,
muhafazakar-demokrat partilerin önünü açmıştır.
12 Eylül askeri yönetimi 24 Ocak 1980’de
alınan 24 Ocak liberalleşme kararlarını daha da ileriye götüren politikalar
yürütmeye başlamıştır. Sermayenin gelişmesi
için, sendikal faaliyetler askıya alınmış,
grev yasağı getirilmiş, ücret görüşmeleri toplu iş görüşmeleri yönteminden uzaklaştırılmış ve
piyasanın devlet kontrolünden uzaklaştığı bir sistem kurulmaya çalışılmıştır.
Dış dünya Yeni Muhafazakârlık hareketinin yani neoliberal politikaların
uygulanmasını isteyen partilerin iktidara gelmesi, bizim ülkemizde de Yeni Sağ
anlayışını ortaya çıkarmıştır. Devletin ekonomik alanda küçülmesini,
özelleştirmeyi savunan bir görüşün benimsenmesi amaçlanmıştır. Bu fikirlerin en
azından ekonomik yönden gerçekleşmesini sağlamak için toplumsal tabakada az
potansiyeli olan liberallerin özgün bir siyasi parti kurması imkânsız haldedir.
Nitekim 1995 seçimlerinde iş adamı Cem Boyner öncülüğünde kurulan Yeni
Demokrasi Hareketi, oyların yaklaşık %1’ini alarak siyasi arenada
tutunamamıştır. Türkiye’de de muhafazakârlık ve liberalizm arasında bir ittifak
ilişkisi kurulmasında en önemli etken ise serbest piyasa ekonomisi konusundaki
görüş birliğidir. Bu çerçevede muhafazakâr-demokrat tanımı ortaya çıkmaya
başlamıştır.
1983 seçimlerine, iktisadi yönden serbest
pazar ekonomisini benimsemiş, Turgut Özal önderliğinde aynı zamanda milliyetçi
ve muhafazakâr geleneklere bağlı Anavatan Partisi iktidara gelmiştir. ANAP
hükümetlerinin iktisadi alanda açık liberal çizgi izlerken, diğer alanlarda
muhafazakâr politikaları benimsemesi üzerine partinin muhafazakâr-demokrat
çizgide olduğu söylenmiştir. Özal’ın ANAP’ı gibi 2002’de iktidara gelen AKP’de
Erdoğan önderliğinde muhafazakâr tutumları ön plana çıkarırken, iktisadi yönden
özelleştirmelere önem verirken, muhafazakârlığın önemli adımlardan olan
otoriter yönetim göstermektedir ve dindar kimliğini gizlemeden üst seviyede
savunmaktadır. Bu dönemlerde devletin daha da özgürlükçü olması beklenirken,
aksine merkezi yönetimin daha otoriter bir çizgide olduğu tutumlar
sergilenmiştir. Ekonomi yönünden liberalleşmeyi savunan muhafazakârlar,
ekonomik elitin istediği gibi devletin dev şirketleri olan TEDAŞ, Türk Telekom,
TÜPRAŞ gibi kar getiren şirketler özelleştirmiştir. Diğer yandan insan
haklarına dair o kadar baskıcı bir tutum içine girmişlerdir ki, tutuklu
gazeteci sayısındaki büyük artış ve eleştiriye tahammülün olmaması gibi
etmenler, statükocu anlayışın devamı niteliğindedir.
1980’den sonra toplumdaki liberal ekonomi
yönden yapılan değişiklikler ve dinin devlette etkin olarak kullanılması,
toplumda eğitime olan inancı azaltarak, toplumun dinsel tarikatlara yakınlıkla
alakalı iş bulma umudu artırmıştır. Devletin din politikalarıyla nedeniyle,
işsizlerin sığınacakları birer umut kapısı olarak güçlenen tarikatlar, bu
dönemde kurulan partilerde etkin rol oynayarak, muhafazakâr-demokrat tanımlı
bir siyasi güç haline gelmişlerdir.
3.
HİPOTEZLERİN TANIMLARI
3.1.Seçim sistemlerinde yüksek baraj sisteminin uygulanması, seçmenlerin
oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.
3.1.1.
Kavramsal Tanım
Kavram 1:
Seçim barajı; partilerin mecliste temsil edilebilmesi için alması
gereken asgari oy yüzdesidir.
Kavram 2: Merkez partiler; aşırı uç noktaları dışlayarak,
liberalleşmeyi savunmasına rağmen bünyesinde farklı ideolojileri barındıran
partilerdir.
3.1.2. Operasyonel Tanım
Kavram
1: Seçim barajı; uç partileri yok ederek merkez partilerin mecliste
temsilini sağlayan seçim uygulamasıdır. Yüksek baraj uygulamaları genel olarak
seçim sonuçlarının adil olarak mecliste yansımamasını sağlayan önemli bir
olumsuzluk etkenidir. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerdeki seçim
sistemlerinde baraj uygulaması ya hiç yoktur ya da en fazla %5 civarındadır. AB
içindeki ülkelerin seçim barajı uygulamaları şu şekildedir: Yüzde 5:
Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti,
Slovakya, Estonya, Letonya ve Litvanya.
Yüzde 4: Avusturya, İsveç ve Slovenya. Yüzde 3: Yunanistan Yüzde 2:
Danimarka. Seçim barajı olmayan ülkeler: Fransa, İngiltere, İrlanda, Hollanda,
İspanya, Portekiz, Finlandiya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta. Genelde demokrasinin
önemli bir ilke olarak kabul edildiği AB’ye üye ülkelerde seçim barajının ne
kadar düşük düzeyde tutulduğu rakamlarla ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de
uygulanan %10’luk baraj sistemi, demokratikleşmeyi önleyen, parti içi
demokrasinin rafa kalkmasını kolaylaştıran, temsilde adaleti engelleyerek,
nitekim az oy alması beklenen uç partilerin veya orta düzeydeki partilerin
mecliste temsil edilmemesini sağlayan bir unsurdur. Türkiye’de 2002 seçimlerinde
Doğru Yol Partisi, %9,5 tutarında oy almasına rağmen baraja takılarak mecliste
temsil şansını elde edememiştir. Bu seçimler sonuçta mecliste sadece %34 oy
alan AKP ve %19 oy alan CHP yer alabilmiştir.
Kavram
2: Merkez
partiler; genelde ekonomik liberalleşmeyi savunan ve farklı ideolojilerden
gelenleri barındıran genel olarak sağ görüşlü partilerdir. Merkez parti
kavramına Türk siyasal hayatında uygun düşen iki parti vardır; Anavatan Partisi
ve Adalet ve Kalkınma Partisi. Anavatan Partisi muhafazakâr olarak kendini
gören ekonomik liberalleşmeyi savunan Turgut Özal önderliğinde milliyetçi,
liberal ve muhafazakâr ideolojilerini bir arada tutam bir siyasi partidir.
AKP’de aynı ANAP gibi muhafazakâr siyasetçi Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde;
milliyetçi, muhafazakâr ve liberal çizgileri içinde barındırmaktadır. Bu iki
parti, uygulanan yüksek seçim barajından en çok fayda gören partilerdir.
Toplumun birçoğu kendine yakın partilerin yüksek barajı aşamayacağını
öngörerek, kendi ideolojisini de barındıran bu merkez partilerine oy
vermektedirler. 1983 seçimlerinde hem siyasi yasaklama olması hem de üç
ideolojiyi barındıran tek partinin seçimlere girmesine izin verilmesi üzerine
ANAP oyların %45’ini alarak tek başına iktidara gelmiştir. 2002 seçimlerinde
ANAP çizgisinde bir siyaseti izlemeyi hedefleyen AKP %34 oy almış, kendisine
yakın görüşlerdeki diğer partilerin baraja takılmasından dolayı bu seçmenler,
2007 seçimlerinde AKP’ye oy vererek, oy oranını %47’ye çıkarmasını sağlamıştır.
2002 seçimlerinde oyların yaklaşık %47’sinin mecliste temsil edilmemesi üzerine
diğer partilere oy vermeme oranında gelecek seçimlerde ciddi bir artış söz
konusudur. 2007 seçimlerinde yaklaşık olarak AKP %47, merkez sol partisi olarak
kendini nitelendiren CHP % 21, milliyetçiliğin simge partisi MHP %14 oy
almıştır. 2011 seçimlerinde ise AKP yaklaşık %50, CHP %25 ve MHP ise %13
oranında oya sahip olmuşlardır. Bu seçim sonuçları gösteriyor ki mecliste
temsil edilme oranı giderek seçmenin merkezileşmesiyle birlikte yükselmiştir.
2002’de %53, 2007’de %82 ve 2011’de %88 oranına ulaşmıştır.
3.2.
Dinin toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü
azaltmıştır.
3.2.1.
Kavramsal Tanım
Kavram
1: Din; aynı ahlaki kurallara ve aynı inanca sahip insanların kutsallığını
itirazsız kabul ettiği kurallar bütünüdür.
Kavram
2: Sol partiler; genellikle ekonomik olarak üst sınıfın hâkimiyetine
karşı çıkarak, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak eşitliği öne çıkartan
partilerdir.
3.2.2.
Operasyonel Tanım
Kavram 1: Din; dogmatik
kuralları içinde barındıran ve bunlara uyulmasını zaruri hale getiren bir
sistemdir. 12 Eylül dönemindeki toplumsal olgu sağ ve sol olarak ikiye ayrılmış
durumdadır. Bu ikili yapılaşmayı yumuşatmak amacıyla toplumun %90’ının aşkının
Müslüman olması sebebiyle, dinsel öğeler ön plana çıkarılarak, toplumu bu yönde
birleştirmek istenmiştir. Askeri yönetimin dinsel öğeleri öne çıkartan
uygulamalardan bazılarını şunlar oluşturmaktadır: 1982 Anayasası ile ilk ve orta
öğretime din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konması ve zorunlu hale getirilmesi,
resmi ideoloji olarak mevcut dış koşullarla paralel gelişen Türk-İslam
sentezinin kabul edilmesi, İmam Hatip okullarına önem verilmesi, felsefe ve
mantık gibi derslerin dışlanması, sol ideolojinin tasfiyesi ve yerine liberal
politikaların önemsenmesi. Bu tür uygulamalar zamanla gelecek kuşakların din
kavramıyla tamamen apolitize edilmesini sağlayarak, genelde muhafazakârlığı öne
çıkartan partilerin siyasi arenada etkili olmasına yol açmıştır. 1983
seçimlerinden itibaren genel olarak dini kullanan partilerin, 1999’daki
olağanüstü durumların yaşandığı seçimler hariç sürekli bir yükselen bir çizgide
ilerlediği görülmektedir. 2011 seçimlerinde muhafazakârlık en zirve noktasına,
AKP ile %50 oy alarak çıkmıştır.
Kavram
2: Sol
partiler; ekonomik liberalizasyona karşı örgütlü direnmeyi öne çıkartan
partilerdir. 1980 öncesi sol partileri genel olarak ekonomik eliti yıkmayı
amaçlayan söylemler geliştirmiş, 1980 öncesi gecekonduluların umudu olarak
toprak işleyenin su kullananın söylemlerini benimseyen çizgileri öne çıkartan
CHP, seçim sandıklarından sürekli birinci parti olarak çıkmaktadır. 1973
seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy alarak sol partilerin şemsiyesi
durumuna gelmiştir. Ama 1980 yılındaki askeri darbenin, ekonomide liberal
politikaların daha yaygın olarak kullanılmasını amaçlamasından dolayı, sol
partilere yönelik mesafeli ve sert tutum içerisine girişilmiştir. Toplumda
örgütsel olarak mücadele vermenin önüne geçilerek, sendika kurmada çeşitli
zorluklar getirilmiş, sol partilerin gecekondu semtlerinde büyük oy almasını
sağlayan DİSK gibi sendikalar kapatılarak, bu alanların İslami unsuları öne
çıkartan partilere bırakılmasına göz yumulmuştur. Sol görüşü benimseyen
insanların üniversitelerde görev almasının YÖK vasıtasıyla engellenmesi, sol
partilerin genel olarak terörün kaynağı olarak gösterilmesi, devletin bu
ideolojiye karşılık olarak dini objeleri öne çıkarması gibi koşullar solun
gücünü azaltmıştır. Bu arada solun kırılmaz şemsiyesi durumundaki CHP’nin
kapatılarak, içinden farklı partileri çıkartması oyların giderek azalmasını
sağlayan etkenlerden birisidir. Solun 1977 yılında %41 oy almasından sonra 12
Eylül’den sonra bu oy oranını bir daha yakalayamaması ve dini partilerin giderek
oy oranını artırması, askeri yönetimin dini uygulamalarının toplumu
dönüştürmede başarılı olduğunu ortaya koymaktadır.
3.3.
Dış dünyanın etkisiyle uygulanan
liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.
3.3.1.
Kavramsal Tanım
Kavram 1: Liberal politikalar; ekonomik
olarak kamu kesiminin yükümlülüğünün azaltılarak, devletin piyasaya
müdahalesinin önüne geçmeyi amaçlayan sistemdir
Kavram
2: Muhafazakâr-demokrat parti; sosyal olarak geleneksel öğelere sıkı
sıkıya bağlı, yönetimde otoriter yanı ağır basan, serbest piyasa ekonomisini
benimsemiş partilerdir.
3.3.2.
Operasyonel Tanım
Kavram
1: Liberal politikalar; siyasi özgürlükten çok, ekonomik özgürlüğüne
önem verilen bir yapıdır. Türkiye’de 1980 yılında ilan edilen 24 Ocak
kararlarıyla; serbest ekonomiye geçiş yaşanmış, daha sonra askeri darbe
sonucunda ekonomik liberalleşme hız kazanmıştır. 1983 seçimlerinde serbest
piyasa ekonomisini, özelleştirmeyi ön plana çıkartan, kamu harcamalarının
kısıtlanmasını isteyen ANAP iktidara gelmiştir. Dış dünyada da Türkiye gibi,
devlet harcamaların giderek kısıtlanmasını isteyen serbest piyasayı sürekli savunan
ABD’de Cumhuriyetçi Ronald Reagan 1981-1988 arası başkanlık yapmış, İngiltere’de de Muhafazakâr Parti lideri
Margaret Thatcher 1979-1990 arası başbakanlık yapmıştır. Dış dünyada Sovyet
yayılmacılığını engelledikten sonra onun dağılmasını sağlamak üzere Sovyetlere
komşu ülkelerde liberal politikaların izlenmesi bir amaç olmuştur. Avrupa
ülkelerinin, liberalleşmeyi Türkiye gibi sadece ekonomik serbestlik olarak
görmeyerek, siyasi özgürlüğü de kapsayacak şekilde genişlettiği görülmektedir.
Türkiye’de ekonomik ve siyasi yönden liberal olmayı benimseyen ve sadece
liberal fikirlerin tek bir ideolojiyi oluşturduğu partilerin iktidara gelmesi
olanaksızdır. 1995 seçimlerinde iş adamı Cem Boyner öncülüğünde kurulan Yeni
Demokrasi Hareketi, oyların yaklaşık %1’ini alarak siyasi arenada
tutunamamıştır. Bu yüzden devletin dini uygulamalarının oluşturduğu toplumsal
tabanla muhafazakârlık ile liberalizm arasında bir ittifak ilişkisi
kurulmuştur. Bu çerçevede muhafazakâr-demokrat tanımlı merkez partilerin
önceliğini 1980’li yıllarda ANAP, 2000’li yıllardan itibaren AKP yapmıştır.
Kavram 2: Muhafazakâr-demokrat
parti; sosyo-kültürel olarak geleneksel otoritenin gölgesinde serbest ekonomi
piyasasına inanan partidir. Türkiye’de muhafazakâr-demokrat örneğine ilişkin
olarak 1980’li yıllardaki ANAP ile 2000’li yıllardan günümüze kadar iktidarını
sürdüren AKP gösterilebilmektedir. Bu dönemde değişmeye başlayan toplumsal
yapıyla birlikte, solun gücünün azaltılmasıyla, solun boşalttığı alanları
muhafazakâr kesimin doldurması, toplumdaki oy verme algısını da önemli ölçüde
değişime uğratmıştır. Liberal politikaların uygulanmasının önü açılarak,
muhafazakâr toplumun bu yönde evrimleştirilmesi sağlanmıştır. 1983’te iktidara
gelen Turgut Özal ve 2002’de muhafazakârlığın en uç noktalarından biri olan
Milli Görüş’ün yapısından gelerek iktidar olan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan
dini duygularını saklayan tutumlar sergilememişlerdir. Muhafazakârlık söylemi
Özal döneminde dile getirilirken, AKP ile birlikte parti ideolojisi olarak
ortaya çıkmıştır. Muhafazakâr-demokrat olarak kendilerini tanımlayan Özal ve
Erdoğan arasında var olan benzerlikler arasında; her ikisinin de partilerinin kurulduğu yıl iktidara gelmeleri,
statükoyu kırma ve değişim söylemlerini kullanmaları, ANAP’ın 1980
askeri ihtilalı sonrasındaki süreçte, AKP’nin ise asker ağırlıklı
28 Şubat sürecinin ürünü
olması, her ikisinin de milliyetçi ve geleneksel tutuculuğu bünyelerinde
barındırmalarına rağmen AB gibi uluslararası ortaklıklara girilmesi konusunda
gösterilen gayret, aktif bir dış politikanın tercih edilmesi, 1980’lı yıllarda
dünyada muhafazakârlığın yükselmesiyle ANAP’ın, 2001 yılında gerçekleşen 11
Eylül terör olaylarından sonra radikal İslam’ı durdurmak için ılımlı İslam’ın
yaygınlaşmasıyla beraber AKP’nin iktidara gelmesi sayılabilmektedir.
Muhafazakâr-demokratlığın en önemli yani özelleştirmeler konusu
oluşturmaktadır. Özal’la başlayan özelleştirme serüveni AKP ile tavan yaparak
devam etmiştir. Milli kurumlar olan TÜPRAŞ, TELEKOM, PETKİM gibi dev şirketler
özelleştirilerek, muhafazakâr-demokratlığın prensibi olan ekonomik serbestliğin
gereği yerine getirilmiştir. Ekonomik liberalleşmeyle, medya sahiplerinin başka
iş alanlarında faaliyet göstermesi sonucunda medyanın muhafazakâr-demokratlığı
sürekli olarak övmesi, seçim barajına takılacak partiler yerine güçlü
muhafazakâr partilerine oy verilmesini isteyen kampanyalar yürütmesi, bu
partilerin oyunun kemikleşmesini sağlamıştır. Sonuçta muhafazakâr-demokrat olan
AKP, yerel ve genel seçimlerde sürekli açık farklarla kazanan bir kitle
partisine dönüşmüştür. Asker eliyle toplumsal dönüşümünün sağlanması, devlette
kadrolaşmaya ve İslami sermayeli şirketlerin güçlenmesine izin verilmesinden
dolayı dini tarikatların yoksulların kurtuluş ümidi olarak görülmesi, seçmenin
bu yönde oy kullanmasını kolaylaştırmaktadır.
4. ANALİZ
4.1. Seçim sistemlerinde yüksek baraj
sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.
12 Eylül 1980 yılında Kenan Evren
liderliğindeki askerlerin ülkedeki anarşiyi öne çıkartarak, ülke yönetimine el
koymasıyla, ülkenin genelinde yepyeni bir süreç yaşanmaya başlanmıştır. 1980
darbesinden önce mevcut olan siyasi yapı ve toplumsal değerler askeri yönetim
tarafından tamamen terk edilmeye zorlanmıştır. Bu değişimlerin ilki mevcut
siyasi yapıda yaşanmıştır. “Seçim sistemlerinde yüksek baraj
sisteminin uygulanması, seçmenlerin oylarını merkeze doğru kaydırmıştır.” hipotezimi güçlendirecek
gelişmeler sağlanmıştır. 1980 darbesiyle iktidara gelen askerlerin ilk işi yeni
bir anayasa yaparak, yürürlüğe koymak olmuştur. Kabul edilen 1982 Anayasası’nda
yer alan bölümlerden en önemli kısmını seçim sistemiyle ilgili düzenlemeler
oluşturmaktadır. 1980 öncesi mevcut olan barajsız sistemde partilerin yüksek oy
almasına rağmen tek başına iktidara gelemedikleri ve koalisyon hükümetlerini
kurmada görülen güçlükleri öne süren askeri yönetim, tek başına iktidarı
kolaylaştıran, temsilde adaleti engelleyen %10’luk seçim barajını uygulamaya koymuştur.
Seçim barajının %10 gibi yüksek bir oran olarak belirlenmesi, 12 Eylül
uygulamalarına genel olarak karşı olan sol ve sağ küçük partilerin tamamen
tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir. Seçim barajının yüksek tutulması genel
olarak seçmenin bir kısmının oylarının çöpe gideceği durumunu ortaya
koymaktadır.
%10’luk seçim barajının uygulandığı ilk
seçim olan 1983 genel seçimlerine sadece üç partinin katılmasına izin
verilmiştir. Bu seçimlerden çıkan sonuçlara göre; Anavatan Partisi oyların %45,14’ü
alarak birinci parti olmuş, TBMM’de 400 milletvekili koltuğundan 211’ini
kazanmıştır. Görüldüğü gibi %45 oy almasına rağmen mecliste temsil oranı
%50’den fazladır. Seçim barajının yüksekliğinin temsilde adaleti sağlamadığı
yönünde görüşü kanıtlayan seçimlerin en iyi örneğini 2002 yılında yapılan genel
seçimler oluşturmaktadır. 2002 yılında yapılan seçimlere göre; yeni kurulan
Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) oyların %34,3 alarak birinci parti, Cumhuriyet
Halk Partisi(CHP) oyların %19,7 oy alarak ikinci parti olarak %10’luk barajı
aşan mevcut iki parti olmuşlardır. Türkiye’de
2002 seçimlerinde Doğru Yol Partisi(DYP) %9,5, Milliyetçi Hareket Partisi(MHP)
ise %8,3 tutarında oy almalarına rağmen baraja takılarak mecliste temsil
şansını elde edememişlerdir. TBMM’nin 550 milletvekilliğinden AKP 363
milletvekilliğini, CHP ise 178 milletvekilliğini kazanmışlardır. Bu şekilde AKP
%34 ve CHP ise %19 oranında oy olmasına rağmen, TBMM’de temsil oranı sırasıyla
%66 ve %32 şeklinde olmuştur. Seçim barajını geçen iki partinin aldıkları oy
oranından daha fazla oranda TBMM’de temsil yakaladığı ortadadır. Nitekim 2002
seçimlerinde sadece %53 tutarındaki seçmenin oyu temsil hakkı bulabilmiş,
yaklaşık olarak %47 tutarındaki seçmenin oyu çöpe gitmiştir. Görüldüğü gibi %10
seçim barajının uygulanması sonucunda oyların sadece 1/3’ünü alan bir parti tek
başına iktidara gelebilmektedir.
Seçim barajının yüksek olmasından dolayı
temsilde adaletin sağlanamadığı ortadadır. Bağımsız adayların seçilmesini
istemeyen bir sistemde parti içi demokrasinin olmayacağı mevcuttur. Parti içi
demokrasiye önem vererek, temsilde adaletin sağlanmasını isteyen, oyların boşa
gitmesini istemeyen, demokrasinin yoğun olarak yaşandığı Avrupa ülkelerinde
seçim barajı sistemi ya hiç yoktur ya da düşük düzeyde tutulmuştur. AB içindeki
ülkelerin seçim barajı uygulamaları şu şekildedir: Yüzde 5:
Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti,
Slovakya, Estonya, Letonya ve Litvanya.
Yüzde 4: Avusturya, İsveç ve Slovenya. Yüzde 3: Yunanistan Yüzde 2:
Danimarka. Seçim barajı olmayan ülkeler: Fransa, İngiltere, İrlanda, Hollanda,
İspanya, Portekiz, Finlandiya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta. Ülkemizde de seçim
barajı düşük tutularak Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi küçük partilerin de seçimlerde
etkili hale gelmesi amaçlanması gerekmektedir. Hiçbir yapının sistem dışında
tutulmaması gerekliliği ön plana çıkartılarak, küçük partilerin birer tabela
partisi haline gelmeleri durumunda, onlara oy veren seçmenlerin sıkıntılarının
mecliste gündeme gelmemesine neden olabilmektedir. Türkiye’deki seçimlerde 1980
öncesi seçim barajı yok iken radikal sola gönül vermiş seçmenler 1965
seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne oy vererek 15 milletvekilliği ile mecliste
temsil şansını yakalamışlardır. %10’luk seçim barajının uygulanmasından sonra
uç partilerin mecliste temsil edilme şansı yakalayamadığı açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Seçim barajının
yüksekliğinden dolayı seçmenlerin giderek mecliste temsil edilme şansını
yakalayamama tehlikesiyle yüz yüze kaldıkları durumu söz konusudur. 1983
seçimlerinden itibaren Türkiye’de uç parti olarak nitelendiren siyasi
partilerin (radikal sola hitap eden Türkiye Komünist Partisi ve İşçi Partisi,
radikal sağa hitap eden Büyük Birlik Partisi gibi) sürekli olarak baraja
takılmaları yüzünden, seçmenlerde kısmen de olsa kendi görüşlerini benimsemiş
birden fazla ideolojiyi içinde barındıran merkez partilere oy verme
yaşanmıştır. Milliyetçi, liberal ve muhafazakârlık gibi ideolojileri içerisinde
bulunduran merkez partisi durumundaki ANAP’ın 1983 ve 1987 seçimlerinde %45 ve
%36 oy alması, ANAP’ın gücünü yitirmesinden sonraki süreçte kurulan AKP’nin de 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde
%34,3, %46,6 ve %49,8 oy alması merkeziyetçi parti olduğunu söyleyen partilerin
güçlendiğini gösteren örnekleri oluşturmaktadır. [37] 2002 seçimlerinde oyların yaklaşık
%47’sinin mecliste temsil edilmemesi üzerine diğer partilere oy vermeme
oranında gelecek seçimlerde ciddi bir artış söz konusudur. 2007 seçimlerinde
yaklaşık olarak AKP %47, merkez sol partisi olarak kendini nitelendiren CHP %
21, milliyetçiliğin simge partisi MHP %14 oy almıştır. 2011 seçimlerinde ise
AKP yaklaşık %50, CHP %25 ve MHP ise %13 oranında oya sahip olmuşlardır. Bu
seçim sonuçları gösteriyor ki mecliste temsil edilme oranı giderek seçmenin
merkezileşmesiyle birlikte yükselmiştir. 2002’de %53, 2007’de %82 ve 2011’de
%88 oranına ulaşmıştır. Bu veriler ışığında, yüksek seçim barajının
uygulanması, küçük partilere tamamen tabela partisi haline getirerek, birden
fazla ideolojiyi içeren partileri güçlendirmiştir.
4.2. Dinin
toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü azaltmıştır.
1980 yılındaki
darbe öncesi, toplum sağ ve sol kanat olmak üzere ikiye bölünmüş vaziyetteydi.
Sağ ve sol olarak kutuplaşmanın yaşanması sonucunda ortaya çıkan anarşi
ortamını bahane ederek darbe yapan askerler, dinin toplumu birleştireceği
düşüncesini inanarak, eski düzenin başat konularından olan milliyetçi ve
demokratik sol değerlerin dışlanmasına karar vermişlerdir. “Dinin
toplumu birleştirici unsur olarak görülmesi, sol partilerin gücünü
azaltmıştır.”
hipotezini doğrular nitelikte politikalar askerler tarafından uygulanmıştır.
Askerler ilk iş olarak daha önce bahsettiğimiz gibi eski dönemde sivrilen
milliyetçi ve sol kavramların önüne set çekecek dini uygulamalara ağırlık
verdiler. Dini uygulamaların başlangıcı olarak o güne kadar milli eğitim
müfredatında okutulması zorunlu olarak görülmeyen din derslerinin, zorunlu hale
getirilmesi görülmekteydi. İmam hatip okullarının sayısında ciddi bir artış
meydana gelmiş, bu şekilde bir sonraki kuşakların sol söylemlerden uzakta
yetişmesi amaçlanmış, 2000’li yıllardan itibaren o dönemde yetişen kuşakların
muhafazakârlığı öne çıkartan Adalet ve Kalkınma Partisini iktidara taşıması sağlanmıştır.
Nesillerin sağ ve sol ideolojilerinin uzağında tutularak apolitikleştirilmesi
sağlanarak, dine verilen önemi Kenan Evren’in 1982 yılında Erzurum’da yaptığı
konuşmada görmek mümkündür: “…Okullarımıza
din dersi koyacağımızı söylemiş,
çocuklarımızı gizli Kur’an kurslarına göndermemenizi istemiştim. İşte bunu Anayasaya da koyduk. Bu suretle
çocuklarımıza dinleri, diyanetleri, aziz Atatürk’ün
söylediği gibi, Devletin okulunda, Devletin eliyle öğretilecektir.” 1980 yılından sonra Türkiye’nin resmi ideolojisi Atatürkçülük’ün Batıcı
yönünden uzaklaşarak, Türk-İslam tezini öne çıkartan bir yapıya bürünmüştür.
Türk-İslam tezinin resmi ideoloji olarak yer bulmasıyla birlikte, devletteki
kadrolaşmada bu yönde gerçekleşmiş ve bu görüşe aykırı kişilerin devlet bürokrasisinde
görev almaması söz konusu olmuştur. Askeri ara rejimin bu uygulamaları dışında,
1982 Anayasası ile ülkedeki üniversitelerde mevcut olan politik yapılaşmayı
engelleyecek, üniversiteleri kontrol altında tutacak Yükseköğretim Kurulu(YÖK)
oluşturulmuştur. YÖK’ün uygulamaları, genellikle Türk-İslam tezini doğrulayacak
nitelikte görüşleri olan akademisyenleri öne çıkartma ve sol görüşlü
akademisyenlerin devre dışında kalması sağlama yönünde gelişmiştir.
Sol ideolojinin toplumdan dışlanması sonucunda
1983 yılından itibaren genel olarak sağ merkez partilerin seçimlerden birinci
çıktığı görülmektedir. Bu süreç içerisinde bu görüşün tek istisnası 1999
seçimlerinden Bülent Ecevit önderliğindeki Demokratik Sol Parti(DSP)’nin %22,18
oy oranıyla birinci parti çıkmasıdır. 1995-1999 arası dönemde, genellikle kısa
ömürlü koalisyon hükümetleri kurulmuştur. 28 Şubat sonrası Refah-Yol(Refah
Partisi- Doğru Yol Partisi) hükümetinin istifasıyla Haziran 1997’de kurulan
ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümetinin, 1998’in son aylarında güvenoyu alamayarak
istifa etmesi sonrası DSP’nin Nisan 1999 seçimlerine kadar azınlık hükümeti
kurulmasına onay verilmiştir. Seçimlere iki aya kala terör örgütü PKK’nın
lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye teslimi söz konusu olmuştur.
DSP’nin 1999 seçimlerinde ipi göğüslemesinin ardındaki en büyük neden; Bülent
Ecevit’in 1974 yılında Kıbrıs Fatihi olarak görülmesinden sonra Abdullah
Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte halk tarafından Kenya Fatihi olarak
tanımlanmasıdır.
1960’ların ortalarından
itibaren hem dünyada hem de Türkiye’de sol ideolojisi yükselme evresinden
geçmiştir. Türkiye’de sol hareketlerin yükselmesinde 1961 Anayasası’nın
dayandığı özgürlük ve sosyal adaleti ön plana çıkartan yasalarıydı. 1961
Anayasası’nın 46. Maddesi ile emeği öne çıkartan sol partilerin en büyük
destekçisi durumundaki işçilere sendika kurma özgürlüğü tanınmıştır. "İşçiler ve işverenler
önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara
serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler. İşçi niteliği taşımayan kamu hizmeti
görevlilerinin bu alandaki hakları kanunla düzenlenir. Sendika ve sendika
birliklerinin tüzükleri; yönetim ve işleyişleri demokratik esaslara aykırı
olamaz”. 1961 Anayasası ile o zamana dek sürekli
bir biçimde baskı altında tutulan gençlik, işçi sınıfı, köylüler ve aydınlar
örgütlü bir şekilde ülkenin siyasi atmosferinde önemli roller üstlenmeye
başlamışlardır. 1970’li yıllarda en büyük işçi örgütlenmesi olan Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu(DİSK), “Emek
En Yüce Değerdir” sloganıyla Bülent Ecevit liderliğinde Ortanın Solunda
olduğunu ifade eden CHP ile işbirliği halinde olmuştur. 1973 seçimlerinde
DİSK’in CHP’yi desteklemesini anlatan cümleler, DİSK’in sitesinde mevcuttur.[38] "DİSK 1973 genel
seçimlerinde Anayasal özgürlükleri ve demokratik hakları ve uygarlıkçı bir
anlayışı savunan tek parti durumunda olduğu için işçileri, köylüleri, esnafı,
memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı CHP'ye oy vermeye çağırır.” Solun kırılma
şemsiyesi durumunda olan CHP bu destekle 1973 ve 1977 seçimlerinde sırasıyla
%33 ve %41 oy alarak birinci parti olmuştur.
1980 sonrası askerler, 1961 Anayasası’nın
getirdiği özgürlükçü havanın toplumu böldüğü düşüncesiyle hareket ederek temel
hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı, toplumun örgütlü hareketlere katılarak politik
olmasını engelleyen yasaları içeren 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koymuşlardır.
1982 Anayasası’nın en önemli özelliği toplumsal örgütlenmeleri kısıtlayıcı
tedbirlerin alınmasıdır. Sol partilerin vazgeçilmez olarak savundukları
işçilerin sendika kurma hakkına yönelik kısıtlamalar, 1982 Anayasası’nın 53.
maddesinde şu şekilde yer almıştır:
“Sendikalar, siyasi amaç güdemezler, siyasi
faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek göremezler ve onlara destek
olamazlar; derneklerle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve
vakıflarla bu amaçlarla ortak hareket edemezler.” Bu
süreçte tüm sendikalar ve siyasi partiler kapatılarak, toplum üzerindeki
etkinlikleri sıfıra indirilmiştir. Gecekondu semtlerinde yaşayan işçi kesimine
yakın olan sol partilerin devlet tarafından dışlanmasıyla, bu alandaki boşluğu
muhafazakârlar doldurmuştur. Yasakçı anlayışın hâkim olduğu 1983 seçimlerine
sadece Turgut Özal liderliğindeki ANAP, Turgut Sunalp liderliğinde Milliyetçi
Demokrasi Partisi ve Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti katılmıştır. Sol
oylarını toparlaması beklenen Erdal İnönü’nün parti kurmasına izin
verilmemiştir. Dini uygulamaların toplumsal dönüşümü sağladığının en büyük
göstergesi, 1991 yılından itibaren “Milli
Görüş” siyasetini öne çıkartan muhafazakâr parti olan Refah Partisi’nin
öncelikle meclise girmesi, 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul gibi
anakent belediyelerini kazanmasıdır. 2000’li yıllardan itibaren Erbakan’ın
öğrencileri olarak nitelendirilen Erdoğan ve Gül’ün kurduğu kendini
muhafazakâr-demokrat olarak gören Adalet ve Kalkınma Partisi, 2011 seçimlerinde
yaklaşık olarak %50 oy alması, toplumsal dönüşümün zirve noktasını
oluşturmaktadır.
4.3.
Dış dünyanın etkisiyle uygulanan
liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.
Dış dünyada merkez devlet(ABD) olan
ülkelerde meydana gelen olaylar, merkeze bağlı hareket eden diğer ülkeleri
etkilemektedir. 1980 sonrası Türkiye’nin 24 Ocak kararlarının mimarı
muhafazakâr yönü kuvvetli olan Turgut Özal ile birlikte giderek liberalleşmesi,
“Dış dünyanın etkisiyle
uygulanan liberal politikalar, muhafazakâr-demokrat partilerin önünü açmıştır.” hipotezini doğrulamıştır. 1970’li yıllarda yaşanan küresel ekonomik kriz sonrasında
Avrupa ve Amerika’da klasik liberalizmin yerine neo-liberalizm anlayışı hâkim
olmaya başlamıştır. Neo-liberalizm genel olarak; kamu harcamalarının
azaltılması, istikrarlı para politikası uygulanması, özelleştirme, yasal
kurumsal serbestleşme gibi politikaların uygulanmasını kapsamaktadır. Bu
politikaların uygulanmasını esas kılan olaylar, 1979 yılında İngiltere’de
Margaret Thatcher’in Başbakanlığa gelmesi, 1980 yılındaki Amerikan seçimlerinde
Ronald Reagan’ın Başkan olarak seçilmesidir. Reagan ve Thatcher neo-liberal
politikalarla simgeleşen isimlerdir. Her ikisi de devletin özellikle ekonomik
alanlardan başlayarak küçültülmesini, devletin boş bıraktığı alanlarda özel
işletmecilik anlayışının gelişmesini isteyen bir siyaset tarzını
benimsemişlerdir. Türkiye’de solun ve aşırı liberal politikalara önem veren
milliyetçi sağın sistem dışına itilmesiyle birlikte askeri rejim, dünyada
oluşan aşırı liberal politikaların Türkiye’de uygulanması için harekete
geçmiştir. Ekonomi çevrelerinde önemli görevler yapmış, son olarak ülke
ekonomisini dış dünyaya açan 24 Ocak kararlarının alınmasında Başbakanlık
Müsteşarlığı görevinde bulunmuş olan Turgut Özal, ara rejimin desteklediği
Bülent Ulusu hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine
getirilmiştir. 1982 yılında hükümetteki görevinden istifa eden Özal, 1983
seçimlerine girmek için milliyetçi, liberal, muhafazakâr düşünceleri bir arada
tutan Anavatan Partisi’ni kurmuştur. Turgut Özal bu üç çizgiyi ifade etse de
genel olarak ekonomide aşırı liberalleşmeyi, sosyal hayat olarak gelenekselliği
öne çıkartarak muhafazakârlığını vurgulamıştır. Turgut Özal, 1980 yılındaki 24
Ocak kararlarında rol oynamadan önce, 1977 seçimlerinde muhafazakâr parti olan
Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi(MSP)’den İzmir
milletvekili adayı olmuş, fakat seçilememiştir. Bu nedenle Anavatan Partisi’ni
muhafazakâr-demokrat bir parti olarak değerlendirebilmeliyiz.
Muhafazakâr-demokrat; geleneksel değerleri korumakla
yükümlü, aynı zamanda dünyada modern sayılan küresel sermayeye uygun ekonomik
yapılanma kavramlarını benimseyen kişidir. Bu tanımı sesli bir şekilde ifade
eden AKP kendisini “Milli Görüş” geleneğinin
devamı olarak görmemiş, Turgut Özal’ı örnek aldığını çeşitli vesilelerle
belirtmiştir. Nitekim Turgut Özal’ın ANAP’ı ile Erdoğan’ın AKP’si arasında
sadece muhafazakârlık konusunda benzerlik yoktur. 1980’lı yıllarda dünyada muhafazakârlığın yükselmesiyle ANAP’ın, 2001
yılında gerçekleşen 11 Eylül terör olaylarından sonra radikal İslam’ı durdurmak
için ılımlı İslam’ın yaygınlaşmasıyla beraber AKP’nin iktidara gelmesi
konusunda benzerlik söz konusudur. Türkiye’de bu tanımın ortaya
çıkmasındaki en büyük etken, sadece liberal ideolojiyi benimseyen partilerin
kitle desteğinin bulunmamasıdır. Türkiye’nin seçim tarihine baktığımızda genel
olarak liberal partilerin(Liberal Demokrat Parti ve Yeni Demokrasi Hareketi
gibi) yaklaşık olarak %1 civarında bile oy almakta zorlandıkları görülmektedir.
Toplumsal tabanı olmayan bu partilerin yerine 12 Eylül uygulamalarıyla
muhafazakârlığın artmasıyla, içerisinde hem muhafazakârlığı hem de ekonomik
yönden liberalleşmeyi savunan görüşleri barındıran partiler oluşmuştur. Nitekim
bu görüşleri barındıran Anavatan Partisi 12 Eylül’den sonra yapılan ilk
seçimlerde ezici çoğunluğu elde etmiştir.
1983 yılında ANAP’ın iktidara gelmesiyle
birlikte uygulanan liberal politikalar arasında İMKB’nin kurulması,
sanayileşmede dış rekabete ülke ekonomisini açması gibi uygulamalar yer
almaktadır. Bu dönemden itibaren devletin ekonomiden elini çekmesiyle, İslami
kesimin piyasaya hâkim olmaya başladığı gözlemlenmektedir. Tarikatların genel
olarak devletin dini politikaları yüzünden sermaye bakımından güçlenmesi
sonucunda Anadolu Kaplanları deyimi oluşmuştur. Anadolu’da sermaye yönünden
güçlenen dini tarikatlar, serbest piyasa ekonomisinden faydalanarak hem medya
sektöründe hem de eğitim sektöründe güçlenmişlerdir. Etkiledikleri kitlelerin
sayısı artarak önemli bir güç haline gelmişlerdir. ANAP’la başlayan ekonomik
sistemi çok iyi kullanan dini tarikatlardan olan Gülen Cemaati, 1990’lı
yıllardan itibaren medya sektörüne uzanarak Samanyolu TV, Zaman Gazetesi’ni
kurmuşlardır. Ayrıca bu sektörlerin dışında sağlık, eğitim ve diğer alanlarda
da atılım yapan Gülen Cemaatinin insanlar üzerindeki nüfuzu artmaya
başlamıştır. Sonuçta etkilediği nüfuza örnek olarak; açılan eğitim kurumlarında
yaklaşık olarak 3 milyon kişinin eğitim gördüğü belirtilmektedir.[39] Etki alanı giderek artan tarikatların, siyasi
partilere destek vererek güçlerini korumak için çabaladıkları görülmektedir.
2002 yılına kadar genelde sağ partilere destek veren tarikatlar, 2002 yılından
itibaren yapılan tüm seçimlerde muhafazakâr-demokrat olan AKP’yi
desteklemişlerdir.
2001 yılında ANAP’ın siyasi arenada
giderek zayıfladığı bir ortamda, Erbakan’ın Milli Görüş geleneğinden ayrılan
Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kendisini muhafazakâr-demokrat olarak
tanımlayan Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmuştur. Siyasi olarak geleneksel ve
otoriter bir yapılanmayı savunan, parti içi demokrasinin olmadığı AKP, ekonomi
de ANAP gibi özelleştirmeyi ön plana çıkartan, serbest piyasa ekonomisinin
gereklerini yerine getirmeyi amaçlayan bir parti görünümündedir. ANAP döneminde
tam olarak yapılamayan özelleştirmeler, bu dönemde hayat bulmuştur. Ekonomi yönünden liberalleşmeyi
savunan AKP, Türk Telekom, TÜPRAŞ ve PETKİM gibi büyük firmaları
özelleştirmiştir. Bu tip özelleştirmeler, devletin kar getiren kuruluşlarının
elden çıkmasını sağlayarak, yeni İslami finans kuruluşlarının güçlenmesine
zemin hazırlamıştır. 2010 yılında MHP Aydın Milletvekili Ali
Uzunırmak’ın verdiği soru önergesine Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali
Babacan’ın verdiği yanıta göre AKP, Türkiye’de en çok özelleştirmeyi yapan
siyasi iktidardır. Milliyet’te yer alan haberde aynen şu ifadelere yer
verilmekteydi: [40]
“Özelleştirme uygulamalarına ilk defa 1986 yılında başlayan Türkiye, 24
yılda 39 milyar 600 milyon 581 bin dolarlık özelleştirme yaptı. Bunun 30 milyar
734 milyon dolarlık bölümü 7.5 yıllık AKP iktidarında gerçekleştirildi. 58, 59
ve 60’ıncı hükümet döneminde yapılan özelleştirmelerin toplam içindeki payı
yüzde 77.6 oldu.”
Sonuç olarak 1980 sonrası Türkiye’sinde
askeri uygulamaların, toplumsal örgütlü düşüncelere önem veren bireylerin önüne
set çekerek, rant ve kişisel çıkara dayalı apolitik bireyleri yetiştirdiği bir
toplumsal dönüşmeyi hızlandırdığı, sol ideolojiye önem veren partileri tasfiye
ederek hem dinsel öğelere hem de ekonomide özelleştirmeden yana olan partileri
güçlendirdiği görülmektedir.
5. SONUÇ
12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri
darbe ile eski düzene ait görülen kavramlar, sloganlar, toplumsal düzen değişime
uğramaya başlamıştır. Askeri rejimin uyguladığı yasaklamalarla yeni düzene
geçilmiş, bu düzende siyasi ve ekonomik birçok değişiklik yaşanmıştır. Siyasi
olarak getirilen düzenleme ve yasaklamalarla, 1980 öncesi toplumda varolan
farklı siyasi yelpazedeki görüşler işlevini kaybederek siyaseten giderek yok
olmaya yüz tutması sağlanmıştır. Bu yok olmayı sağlayan unsurların başında,
askeri rejimin kabul ettirdiği anayasada yer alan seçimlerle ilgili düzenleme
gelmektedir. Seçimlerle ilgili yapılan değişiklikte, ülke genelinde %10’luk
seçim barajı sistemi getirilerek, farklı ideolojileri barındıran nispeten küçük
parti olarak değerlendirilen siyasi partilerin TBMM’de yer almasının önüne
geçilmiştir. %10’luk seçim barajı, halkın büyük çoğunluğunun oyunun TBMM’de
temsil edilmemesini sağlayarak, oyların genel olarak boşa gittiğini
göstermektedir. 2002 yılındaki seçimlerde ülke genelindeki seçmenin yaklaşık
1/3’ünün oyunu alan AKP, diğer partilerin baraja takılmasından dolayı mecliste
2/3 oranında temsil şansı yakalamıştır. İnsanların oy vermesini etkileyen en
büyük nedenlerden birisi, oyunun boşa gideceği düşüncesidir. Bu nedenle kendi
görüşlerini temsil eden partinin baraja takılacağını düşünerek, nitekim kendi
görüşüne yakın olarak nitelendirdiği içerisinde birden fazla ideolojiyi
barındıran merkez partilere oy vermektedirler. 1983 yılından günümüze kadar
yapılan seçimlerden ortaya çıkan sonuca göre, merkez sağın simgesi 1980’li
yıllarda Özal liderliğindeki ANAP iken 2000’li yıllarda ise ANAP’ın işlevini
yitirmesiyle birlikte Erdoğan liderliğindeki AKP olmuş, merkez solun simgesi
ise CHP olarak görülmüştür. Son seçimlere baktığımızda da bu iki partinin
sürekli ilk iki sırada olduğu ve seçmenin yaklaşık 3/4’ünden fazlasının oyunu
aldığı görülmektedir.
Askeri rejimin yaptığı uygulamalarla
seçmenlerin oy algısında değişiklik yaşanmıştır. Darbe öncesi toplumda söz
konusu sağ ve sol kutuplaşmanın önüne geçmek için, büyük bölümü Müslüman olan
toplumu bir arada tutmanın din vasıtasıyla gerçekleşeceğine inanmışlardı. Bu
yüzden askeri rejim devletin ideolojisi olarak Türk-İslam sentezini belirlemiş,
din dersinin okullarda zorunlu olarak görülmesini sağlamış, imam hatiplerin
güçlendirilmesini amaçlamış, Komünizmi büyük bir düşman olarak görerek, komünizmi ideal olarak benimsemiş aşırı uç sol
partileri ve sosyal demokrat olarak kendisini tanımlamış Ecevit zamanı CHP’nin
önüne set çekmiştir. Askeri rejimle gelen muhafazakârlaşmanın toplumda giderek
karşılık bulmasıyla, içerisinde muhafazakâr unsurları barındıran partilerin
seçimlerde yükseliş gösterdikleri görülmektedir. Askerin topluma ektiği
muhafazakârlaşma eğilimi 2000’li yıllarda sonucunu artan bir etkiyle
göstererek, AKP’yi açık ara seçimlerde bir numaralı parti durumuna getirmiştir.
1980’li yıllarda tüm dünyada devletin piyasadan elini çekmesi gerektiğine
inanan görüşler iktidara gelmişlerdi. Liberal ekonominin en önemli mihenk
taşını oluşturan piyasa ekonomisinin katı bir şekilde uyulmasını isteyen ABD
öncülüğündeki ülkeler, Türkiye ekonomisinin de dünyaya açılması ve ekonomik
liberalleşmenin sağlanması gerektiğini belirtmişlerdi. Ekonomide liberalleşme
yönünde ilk adım olarak görülen 24 Ocak kararlarının mimarı olan ve askeri
rejim dönemi hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olan Turgut
Özal’ın kurduğu ANAP ilk girdiği seçimlerde iktidara gelmiştir. Kendisi muhafazakâr
olan ve ekonomik olarak liberalleşmeyi savunan Turgut Özal,
muhafazakâr-demokratlığın öncüsü olarak görülür. Askeri rejimin Komünizmi
engellemek için uyguladığı dini politikalar sayesinde hız kazanan muhafazakâr
hareketler; Özal döneminde yürürlüğe giren piyasa ekonomisinden faydalanarak
güçlerini artırmışlar ve 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne
büyük destek vererek iktidara getirmişlerdir. ANAP döneminde uygulanmaya
başlanıp yarım kalan özelleştirmeler, AKP döneminde tamamlanmıştır. Bu iki
partinin en büyük özelliği liberalleşmeyi ekonomik olarak ele alarak, devleti
yönetme adına siyasi ve hukuki yönden sıkı bir otoriter tavır sergilemişlerdir.
Özal askeri rejim tarafından siyasi yasak getirilen devrik liderlerin siyasete
dönmesini konu alan 1987 yılında yapılan referanduma hayır oyu verilmesi için
çalışmış, Erdoğan’da kendi döneminde gazetecilere yönelik olarak tutuklamalara
destek vermiştir. Muhafazakâr-demokrat olarak kendisini açıkça tanımlayan AKP,
Turgut Özal dönemi ANAP’ını örnek aldığını belirtmiştir. Sonuçta 1980’lerin
başında Sovyetlerin ekonomik çöküşünü hızlandırmak ve nüfuzundaki toplulukları
etkilemek için ABD önderliğindeki Batı dünyasında muhafazakârlaşma eğilimi
artmış ve Türkiye’de kurulan ANAP’ın önü bu neticeden dolayı açılmıştır. 2001
yılında yapılan 11Eylül saldırılarına karşılık, ABD’nin radikal İslam’a yönelik
yürüttüğü operasyonlar gereği ortaya çıkan ılımlı İslam anlayışının
Türkiye’deki temsilcisi AKP, 2002 yılında iktidara gelerek günümüzde de
iktidarını giderek güçlenen bir şekilde korumayı başarabilmiştir.
KAYNAKLAR
·
AHMAD, Feroz(2010); Bir Kimlik
Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul
·
AHMAD, Feroz(2002); Modern Türkiye’nin Oluşumu, Doruk Yayınları, 2. Baskı,
Ankara
·
CİVAOĞLU,Güneri(2004); Özal ve Erdoğan, Milliyet,
20 Kasım 2004, http://www.milliyet.com.tr/ozal-ve-erdogan/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetayarsiv/20.11.2004/95535/default.htm
·
ÇELİK,
Hande(2006); 1980-2000 Yılları Arasında
Türkiye’de Uygulanan Neo Liberal Politikaların İşçi Sınıfına Etkileri, Pamukkale
Üniversitesi, Denizli
·
DİSK,
Disk Etkinlikler Dizini, http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28
·
DOĞAN,
Mustafa(2006); Siyasal Açıdan 1980 Sonrası İslami Sermaye Birikim Modelinin Analizi:
Türkiye’de İslam Bankacılığı, Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli
·
ERLER,
Özgün(2007); Yeni Muhafazakârlık, AKP ve Muhafazakâr
Demokrat Kimliği, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 10
·
ERMAN,
Tahire; Gecekondu Çalışmalarında Öteki
Olarak Gecekondulu Kurguları, http://www.ejts.org/documents85.html
·
ESMER,
Gülsüm Tütüncü(2008); Propaganda Söylem
ve Sloganlarla Ortanın Solu, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Cilt:10, Sayı.3
·
ETE,
Hatem ve EŞKİNAT, Doğan(2013); Siyaset Arayışından Arayış Siyasetine
Cumhuriyet Halk Partisi(2010-2013), SETA ANALİZ, Şubat 2013
·
GÜRSEL,
Seyfettin(2013); Türkiye İçin Yeni Seçim
Sistemi Önerisi, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar
Merkezi(BETAM), Ocak 2013
·
HASDEMİR, Tuba Asrak; 1980 Sonrası Türkiye’de Seçim Sistemi,
SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi
·
Hürriyet(2005); AKP’de Marjinal Düşünce Bulunmaz, 14 Mart 2005, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=303572
·
Hürriyet(2012); Dindar Gençlik Yetiştireceğiz, 2 Şubat 2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19825231.asp
·
Milliyet(2010); Ak Parti 7.5
yılda 30.7 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, 13 Haziran 2010, http://www.milliyet.com.tr/ak-parti-7-5-yilda-30-7-milyar-dolarlik-ozellestirme-yapti/ekonomi/sondakika/13.06.2010/1250355/default.htm
·
MUNYAR,
Vahap(2009);Gülen okulları 3 milyon kişiye
ulaşıyor, şimdi şeffaflık yolu arıyor, Hürriyet,
5 Haziran 2009, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11800420&yazarid=44
·
ÖZÇELİK,
Pınar Kaya; 12 Eylül’ü Anlamak, SBF
Dergisi, Ankara Üniversitesi,
·
TASLAMAN, Caner(2011); Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam,
İstanbul Yayınevi
·
TEZKAN,
Mehmet(2012); Dindar Nesil Mi Yaşam Tarzı
Mı, Milliyet, 11 Haziran 2012, http://gundem.milliyet.com.tr/dindar-nesil-mi-yasam-tarzi-mi/gundem/gundemyazardetay/11.06.2012/1552007/default.htm
·
TÜİK(2012); Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Türkiye İstatistik Kurumu
Matbaası, Ankara
·
TÜRK, Hikmet Sami; Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve Değişiklik Önerileri http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf
[1]Mustafa DOĞAN, Siyasal Açıdan 1980 Sonrası İslami Sermaye
Birikim Modelinin Analizi: Türkiye’de İslam Bankacılığı, Kocaeli, 2006,
s.68
[4] Hikmet Sami Türk, Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve
Değişiklik Önerileri http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf
[5] Tahire Erman, Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak
Gecekondulu Kurguları, http://www.ejts.org/documents85.html
[7] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde Barajlar ve Değişiklik
Önerileri, http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203HST.pdf
[8] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde………
[9] Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK, Türk Seçim Sisteminde………
[10] Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL, Türkiye İçin Yeni Seçim Sistemi Önerisi,
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi(BETAM), Ocak
2013
[11] Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL, Türkiye İçin Yeni………
[12] Tuba Asrak HASDEMİR; 1980 Sonrası Türkiye’de Seçim Sistemi,
SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi, s.261
[13] Tuba Asrak HASDEMİR; 1980 Sonrası Türkiye’de………s.261
[14] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Türkiye İstatistik Kurumu
Matbaası, Ankara, 2012, s.93
[15] Feroz AHMAD, Modern
Türkiye’nin Oluşumu,
Doruk Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s.277
[16] Feroz AHMAD, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
4. Baskı, 2010, s.187
[17] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam,
İstanbul Yayınevi, 2011, s.166
[18] Dr. Pınar Kaya ÖZÇELİK; 12 Eylül’ü Anlamak, SBF Dergisi, Ankara
Üniversitesi, s.85
[19] Hatem ETE ve Doğan EŞKİNAT, Siyaset Arayışından Arayış Siyasetine
Cumhuriyet Halk Partisi(2010-2013), SETA ANALİZ, Şubat 2013, s.12
[20] Gülsüm Tütüncü ESMER, Propaganda Söylem ve Sloganlarla Ortanın
Solu, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:10,
Sayı.3, 2008, s.79
[21] Hatem ETE ve Doğan EŞKİNAT, Siyaset Arayışından……… s.13
[22] Dr. Hande ÇELİK, 1980-2000 Yılları Arasında Türkiye’de
Uygulanan Neo Liberal Politikaların İşçi Sınıfına Etkileri, Pamukkale
Üniversitesi, 2006, s.125
[24] Dr. Tahire ERMAN, Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak
Gecekondulu Kurguları
[26] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde……… s.167
[27] Dr. Hande ÇELİK, 1980-2000 Yılları………s.151
[28] Vahap MUNYAR, Gülen okulları 3 milyon kişiye ulaşıyor,
şimdi şeffaflık yolu arıyor, Hürriyet,
5 Haziran 2009,
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11800420&yazarid=44
[29] Caner TASLAMAN, Küreselleşme Sürecinde……… s.177
[30] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri……… s.93
[31] Hürriyet, AKP’de Marjinal
Düşünce Bulunmaz, 14 Mart 2005,
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=303572
[32] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri………s.94
[33] Güneri CİVAOĞLU, Özal ve Erdoğan, Milliyet, 20 Kasım 2004,
http://www.milliyet.com.tr/ozal-ve-erdogan/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetayarsiv/20.11.2004/95535/default.htm
[34] Özgün ERLER, Yeni Muhafazakârlık, AKP ve Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Stratejik
Araştırmalar Dergisi, Sayı: 10, 2007, s.131
[35] Hürriyet, Dindar Gençlik Yetiştireceğiz, 2 Şubat 2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19825231.asp
[36] Mehmet Tezkan, Dindar Nesil Mi Yaşam Tarzı Mı, Milliyet,
11 Haziran 2012, http://gundem.milliyet.com.tr/dindar-nesil-mi-yasam-tarzi-mi/gundem/gundemyazardetay/11.06.2012/1552007/default.htm
[38] Disk Etkinlikler Dizini, http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=28
[39] Vahap MUNYAR, Gülen okulları 3 milyon kişiye ulaşıyor………
[40] Ak Parti 7.5 yılda 30.7 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, Milliyet,
13 Haziran 2010,
http://www.milliyet.com.tr/ak-parti-7-5-yilda-30-7-milyar-dolarlik-ozellestirme-yapti/ekonomi/sondakika/13.06.2010/1250355/default.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder