TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ (1990–2002)
GİRİŞ:
Türkiye ile Yunanistan geçmişten günümüze
kadar hep rekabet içindeki iki komşu ülkedir. Yunanistan, Osmanlı Devleti’nin
mirasçısı durumundaki Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik haklı veya haksız talepler
öne sürerek ilişkilerin sürekli gergin tutulmasına sebep olmuştur.
Yunanistan’ın megali idea tutkusu nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan ile
özellikle Ege Denizi ve Kıbrıs Adası gibi konularda sorunlar yaşamaktadır.
Makalede Türkiye ile Yunanistan ile ilişkilere
1990 yıllarından başlanmakta ve dört sorun üzerinde durulmaktadır. Bunlardan
ilki tarih boyunca Akdeniz’de stratejik öneme sahip olan Kıbrıs konusudur. İki
ayrı toplumun ve devletin yaşadığı bu adada, Yunanistan Rumları destekleyerek
Türk tarafının bir azınlık olduğu iddiasındadır. Rum tarafını Avrupa Birliği’ne
bütün kesimi temsilen sokma çabalarındadır. İkinci bir sorun ise Ege sorunudur.
Yunanistan’ın tüm Ege adalarının kendisine ait olmasını istemekte ya da Ege
Denizi’nin bir Yunan Denizi olduğunu iddia etmektedir. Bu Ege’deki sorunlar şu
şekildedir: Kara suları sorunu, kıta sahanlığı sorunu, hava sahası ve FIR hattı
sorunu ve son olarak Ege’deki bazı adacık ve kayalıkların statüsü sorunudur.
Üçüncü sorun olarak gözümüze patrikhane ve azınlık sorunu yer almaktadır. Bu
sorunda Yunanistan’daki Batı Trakya’daki Türk azınlığın yaşadığı sıkıntılar ve
İstanbul’daki Rum Patrikhanesi’nin özellikle Sovyet rejiminin çöküşünden
sonraki ekümeniklik iddiaları yer almaktadır. Makalede son sorun olarak
Yunanistan’ın ayrılıkçı terör örgütü olan PKK’ya verdiği destek
bulunmaktadır.1998 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’daki Yunan
Büyükelçiliği’nden çıkmasından sonra yakalanması ve daha sonra PKK’ya verdiği
desteğin kamuoyuna yansıması detaylıca ele alınmaktadır.
Makalenin son kısmında Türk-Yunan
ilişkileri arasındaki süreçlerin kısa bir özeti yapılarak
değerlendirilmektedir. Sonuç bölümünde Türk yunan ilişkilerinin ana
hatlarındaki sorunların genel değerlendirilmesi yapılmaktadır.
1.KIBRIS SORUNU
Türkiye’nin 1974 yılındaki Kıbrıs Harekâtı ile adada iki toplumun
olduğu kabul edilmiş ve Türklere yönelik soykırımlar sona ermiştir. Daha
sonraki yıllarda Türkiye ile Yunanistan BM aracılığıyla çeşitli bu konunun
çözümü için görüşmeler yapmış çözüm bulunamamıştı. BM Güvenlik Konseyi, Genel
Sekreter’in bu konuda hazırlamış olduğu raporuna dayanarak, 12 Mart 1990
yılında kabul ettiği 649 sayılı kararla anayasal açıdan iki toplumlu, toprak
açısından iki kesimli bir federasyon kurulması için görüşmelerde bulunulmasını önerdi.
Bu kararın özelliği Kıbrıs Türk tarafının siyasal eşitliğinin tanınmasıydı.
Kıbrıs Rum yönetimi bu karara sıcak bakmamıştır. Bu dönemde Avrupa Birliği de
Kıbrıs sorunuyla yakından ilgilenmeye başlamıştır.1990’lı yılların başına kadar
Kıbrıs’ı BM çerçevesinde çözüme kavuşturulacak bir sorun gibi gören AB, 1990
yılının Haziran ayında Dublin’de yapılan zirve toplantısından sonra Türkiye’nin
toplulukla ilişkisini Kıbrıs sorununa bağladığını açıklamıştır.[1]
Yunanistan’ın AB üyeliği sırasında Kıbrıs Meselesi bir engel gibi görülmemiş,
aynı zamanda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin adaylığı sırasında da bir engel
olarak ifade edilmemiştir.
3 Temmuz 1990 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimi
AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu başvuru Kıbrıs Devleti’nin kuran
Zürih ve Londra Antlaşmaları’na aykırıydı. Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’ın
aynı zamanda üye olmadıkları bir uluslar arası birliğe katılamazdı. BM Güvenlik
Konseyi, 11 Ekim 1991 tarihinde Genel Sekreter de Cuellar’ın raporunu
destekleyen 716 sayılı karar aldı. Bu karara göre; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü korunmalı, adanın tamamının ve
bölümünün, bir başka ülke ile birleşmesi, her türlü ayrılma ve bölünme
dışlanmalı, iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon içinde tarafların refah
ve güvenliğini sağlayacak yeni bir anayasa yapılmalıydı.[2]
1992 yılında Butros Gali, BM Genel
Sekreteri olduktan sonra, ilk iş olarak
Kıbrıs için öneriler paketini hazırlamıştı.[3] Gali
Fikirler Dizisi olarak adlandırılan bu paket, iki taraf arasında siyasi
eşitlikten bahsederken, Kıbrıs’ta tek egemenlik ve uluslar arası kişiliği
öngörüyordu. İki meclisli bir parlamento oluşturulacak, federal devlete
tanınmayan yetkiler federe devletlere bırakılacaktı. BM Genel Sekreteri’nin
yaptığı haritada Türk tarafına %28,2’lik bir toprak bırakılıyor ve Güzelyurt
bölgesi Rumlara bırakılıyordu.[4] Oysa
Güzelyurt Kuzey’in en önemli su kaynağını oluşturduğundan verimli tarım
arazileri de oradaydı. Gali’nin haritasına göre Türkler ellerindeki toprakların
%25’ini kaybedecek ve 50.000 ile 60.000 civarındaki Kıbrıs Türk’ü yeniden
göçmen durumuna düşecekti. Bu teklifi kabul etmeyen Rauf Denktaş hazırladığı
haritada Türk tarafına %29 toprak bırakılıyor ve Güzelyurt Türk tarafında kalıyordu.
Bütün bu çabalar bir sonuç vermemiştir ve BM Genel Sekreteri Gali, Güvenlik
Konseyi’ne sunduğu raporda sorumlu olarak Türk tarafını gösteriyordu. Kıbrıs
Türk tarafı yavaş yavaş önce bağımsızlık tanınması, sonra konfederasyon tezine
doğru yöneliyordu.[5]
Taraflar 24 Mayıs 1993 yılında tekrar bir
araya geldiler. Artık Gali Fikirler Dizisi görüşmelerin esasını
oluşturmayacaktı. Çünkü Rum lideri Klerides bunları kabul etmiyordu ve Rum
tarafı bir öneriyi reddetmişse o öneri geçersiz sayılıyordu. Kıbrıs’ın
kuzeyinde demokratik bir devletin kurulmuş olması kimsenin dikkatini
çekmiyordu. Bazılarına göre, Kuzey Kıbrıs işgal altında bir bölgeydi,
bazılarına göre ise Türkler Rumlara ait bir adada azınlıktır. Kıbrıslı
Türklerin dünya ile ilişkisini kesmek amacıyla birçok konuda ambargo
konulmuştur. Türklerin seyahatlerine, ticaretlerine, ulaşımlarına, uluslar
arası spor ve kültür faaliyetlerine katılmaları yasaklandı.[6]
AB komisyonu, 30 Haziran 1993 tarihinde
hazırlamış olduğu görüşte Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyelik başvurusu
hakkında olumlu görüş bildirmiştir.[7]1994
yılında Yunanistan’ın AB dönem başkanlığında düzenlenen Korfu Zirvesi’nde
Kıbrıs’ın Avrupa Genişleme Programı’na alınması kararlaştırıldı. 6 Haziran ve
12 Haziran 1995 tarihlerinde AB, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği
sürecine girmesine paralel olarak, Kıbrıs’ın tam üyelik için hazır olduğu ve
başvuruyu yapan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Hükümeti olarak tek muhatap
kabul edileceği yönünde kararlar almıştır.[8]
20
Ocak 1995 tarihinde KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, on dört maddelik yeni bir
barış planı ile Rum tarafını görüşmelere çağırmıştır. Türk tarafı, kendilerinin
geçerli bir çözüme karşı olmadıklarını açıklamış ve Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği
konusunun taraflar arasında bir anlaşma sağlandığı takdirde ele alınması
gerektiğini ifade etmiştir. BM’nin olumlu bulduğu bu görüşler, Rum lideri
Klerides tarafından reddedilmiştir.[9]
Yunanistan ile Kıbrıs Rum Yönetimi
arasındaki ilişkiler giderek yakınlaşmıştır. Bunun sonucu olarak aralarında
Ortak Savunma Doktrini’ni kabul ettiler. Buna göre Güney Kıbrıs’a bir Türk
saldırısı olursa Yunanistan bunu kendisine yapılmış kabul edecek ve savaş
nedeni olarak sayacaktı. Rum tarafının Kıbrıs sorununun çözümünü ikili görüşmelerden
AB zeminine kaydırmaya çalıştığının ortaya çıkması ve Yunanistan ile ortak
savunma anlaşması yapmasından sonra Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 28
Aralık 1995 tarihinde Ortak Deklarasyon açıklamıştır.[10] Bu
deklarasyonla, 1959 Londra ve Zürih Antlaşmaları gereği Kıbrıs’ın, Türkiye ve
Yunanistan’ın üye olmadıkları herhangi bir siyasi ya da ekonomik birliğe katılmayacağı
belirtilmektedir. AB ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında 15 Mayıs 1996
tarihinde 17. Ortaklık Konseyi Toplantısı yapılmış ve Rum Yönetimi’nin AB
üyeliği sürecinde önemli bir adım daha atılmıştır.
1996–1997 yıllarında üç önemli gelişme
olmuştur. Kıbrıs’taki sınır gösterileri ve çatışmaları, Kıbrıs’a
yerleştirilmesi söz konusu olan Rus yapımı S–300 füzeleri ve Kıbrıs Rum tarafının
AB’ye üye olma çabalarıdır. Rumların sınır delme girişimleriyle ortaya çıkan
sınır çatışmaları, adadaki ortamı gerginleştirmiştir. Kıbrıs’ta siyasi ve
askeri gerginlik olmadığı dönemler uzadıkça, Rumlar konunun uluslar arası
alanda unutulacağı ve bunun da Türk tarafına yarayacağını düşünerek hareket
etmektedir. Rumlar, adanın sakin olmadığını, tarafları ayıran sınırın sorun
yarattığını kanıtlamak amacındadırlar.
1997 yılı başlarında BM Genel Sekreteri
Kofi Annan, Kıbrıs’taki tarafların yeniden görüşmelere başlamaları için
çabalarını yoğunlaştırmıştır. BM Genel Sekreteri, Denktaş ile Klerides’in
doğrudan görüşmeler yoluyla bir araya getirilmesi BM Güvenlik Konseyi’nden
destek gelmiştir.[11]
Denktaş- Klerides görüşmelerinden sonuç alınmasının sebebi, Kıbrıs Rum
Yönetimi’nin AB’ye tam üyelik başvurusuydu.
Rumlar uluslar arası alanda aldığı
destekten yola çıkarak 5 Ocak 1997 tarihinde Rusya ile bir anlaşma yaparak
karadan havaya atılan S–300 füzelerini alıp Ada’ya konuşlandırmaya karar
verdiler. Türkiye kendisine yönelik tehdidi görerek tepkisini çok ağır bir
şekilde göstermiştir. Sonuçta füzeler Girit’e yerleştirildi fakat Türkiye
füzelerin menzilinin dışında kalmıştır.[12] 20
Ocak 1997 tarihinde Türkiye ile KKTC, Güney Kıbrıs’ın AB’ye alınmasının kabul
edilemeyeceğini ve Türkiye’nin KKTC’ye olan desteğinin devam edeceğini belirtmişlerdir.
Daha sonra 1997 yılı içerisinde Türkiye, Kıbrıs adasının doğrudan Türkiye’nin
güvenliği ve Doğu Akdeniz’deki çıkarları açısından önemli olduğunu sıkça
belirmiştir.[13]
Yunanistan, Rum tarafının tek başına tüm
adayı temsilen AB’ye girmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Yunanistan eski
Savunma Bakanı ve Eğitim Ve Din İşleri Bakanı bu konu hakkında şunları
söylemektedir:
“Ortak
Savunma Doktrini Sahası, Trakya-Ege-Kıbrıs yayına yerleştirilmiş bir olgudur.
Bu doktrin, bölgedeki askeri güç dengesini önemli ve kesin şekilde Elenizm
lehine değiştirmiştir… AB ile bütün Elenizm Avrupa içinde ilerleyecek, AB’nin
sınırları, Kıbrıs’a kadar büyün Elenizmin sınırlarını oluşturacaktır. Bu tarihi
olay Elenizm için yeni güvenlik koşulları yaratacaktır. İstesek de istemesek de
Kıbrıs ile Yunanistan’ın geleceği ortaktır. Kıbrıs sorununun dışlanacağı Yunan
dış politikası ve Yunan strateji belirlenemez.” [14]
1997 yılı başlarında ilgili ülkelere
ziyarette bulunan Amerika Birleşik Devletleri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi
Richard Holbrook Ankara ziyaretinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Özmen’e
şunları söylemiştir:
“Kıbrıs
meselesinin şimdiye kadar çözülememesinin nedeni, izlenen yöntemlerin yanlış
olmasıdır. 1975 yılından beri bu sorunun Türk tarafına baskı yapılarak
çözülebileceği varsayımından hareket edilmiştir. Nerdeyse 25 yıl geçmiş ve bu
yöntemin çözüme götürmeyeceği görülmüştür. Türkiye’nin dış baskılarla politika
oluşturma geleneği yoktur. Şerefli bir çözüm isteniyorsa önce Ada’daki iki
tarafa eşit davranılmalıdır. Kıbrıs Türk tarafına ambargo uygulamasından
vazgeçilmelidir. Kıbrıs Rum tarafının her şartta destekleneceği izlenimi
verilmemelidir. Aksi takdirde Rumların esneklik gösterme ihtiyacı duymaları
önlenmiş olur; Rumlara Kıbrıs meselesi çözülmeden ve Türkiye üye olmadan AB’ye
girebilecekleri ümidi verilmemelidir. Bu hem uluslar arası antlaşmalara
aykırıdır, hem de Rumların herhangi bir konuda esneklik göstermelerini
olanaksız kılar.” [15]
12 Aralık 1997 tarihinde Lüksemburg’da
yapılan AB zirvesinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi resmen aday olarak kabul
edilerek diğer beş Merkezi ve Doğu Avrupa ülkesi ile beraber 9 Kasım 1998
tarihinden itibaren tam üyelik müzakerelerine başlanması kararı alınmıştır. [16]
Güney Kıbrıs’ın aday listesine alınıp Türkiye’nin genişleme sürecinden
dışlanması sonucunda Türkiye, AB ile Kıbrıs ve Ege sorunlarının yer aldığı
siyasi diyalogu kesme kararı almıştır.[17] 10–11
Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki AB Zirvesi’nde, Kıbrıs sorununun çözümünün
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tam üyeliği için bir ön şart olmadığı yönünde bir
karar alınmıştır.[18]
Aralık 1999’da Helsinki’deki zirvede Türkiye AB’ye aday ülke ilan edilmiştir.
Bu toplantıda Yunanistan hem ikili sorunlarını kendi lehine çözülebilmesi hem
de bütün Kıbrıs’ı temsilen Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecinde önemli
avantajlar kazanmıştır. Türk medyasında bu durum fazla dillendirilmemiş ve
Türkiye’nin adaylığı ön plana çıkarılmıştır.[19] Bu
süreçler yaşandıktan sonra Denktaş 2001 yılının Aralık ayında Rum lideri
Klerides’e bir mektup göndererek görüşme önerisinde bulunmuş ve bu öneri
Klerides tarafından kabul edilince 2002 yılından itibaren baş başa görüşme
süreci başlamıştır. BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi, sadece not tutmak
için görüşmelere katılacak, taraflar herhangi bir plan sunmayacak, öneride
bulunmayacaktı. Böylece görüşmeler uluslar arası toplumun baskılarından uzak
olarak yürütülecekti. Bu görüşmelerden de sonuç alınmamıştır.
2002 yılının sonlarında BM Genel
Sekreteri Kofi Annan tarafından Kıbrıs meselesi üzerine bir plan
hazırlanmıştır.[20] Bu plana göre; 1960
Antlaşmaları ile Kıbrıs Türklerinin sahip olduğu veto hakkı ortadan
kaldırılıyor ve merkezi yönetimde Rum tarafının ağırlıklı olacağı
belirleniyordu.
2.EGE
SORUNU
Günümüzde Türkiye ile Yunanistan
arsındaki en önemli anlaşmazlıklardan birisi de Ege sorunudur. Ege sorunun
başlıca konuları ise karasularının genişliği, kıta sahanlığının genişliği, hava
sahası ve FIR hattı sorunları ile Ege’de statüsü tam olarak belirlenmemiş
adacık ve kayalıkların durumu sorunudur.
2.1.Karasuları
Sorunu
6 mil uygulaması çerçevesinde Ege’deki
Yunan karasuları yaklaşık %43,5, Türk karasuları ise yaklaşık %7,5’lik bir
oranı temsil etmektedir. Bölgede geri kalan alanlar ise açık deniz
statüsündedir. Yunanistan karasularını 12 mile çıkaracak olsa, Ege’nin yaklaşık
%71,5’ine, buna karşılık Türkiye ise yaklaşık %8,8’ine sahip olacak ve açık
deniz statüsündeki alan ise %19,7’ye inecektir. 12 mil uygulamasında
Yunanistan’ın karasularının fazla artmasının nedeni; Ege’de Yunanistan’a ait
adaların, Türkiye anakarasına çok yakın olması ve bölgede birbiriyle kesişen
karasuları sorununun çözümünde orta hat ilkesinin kullanılıyor olmasıdır. [21]
Türkiye, Yunanistan’ın 12 karasularını 12 mile çıkarmasına tepki gösteriyordu.
ABD tarafından ortaya atılan, Ege’deki doğal kaynakların, iki ülke tarafından
oluşturulacak konsorsiyumca işletilmesi görüşü vardır. İki ülke arasındaki
ekonomik ilişkiler, siyasi gerilimler yüzünden geliştirilememiştir.[22] 1994
yılında Ege’nin Yunan tarafında petrol arama faaliyetlerinin yeniden
canlanması, iki ülke arasındaki gerginliği iyice artırmıştır. Yunanistan’ın
karasularını 12 mile çıkarması, Türkiye tarafından 8 Haziran 1995 tarihinde
TBMM’nin aldığı kararla savaş nedeni olarak görülmektedir.[23]
1997 yılında Temmuz ayında, Yunanistan
ile Türkiye arasında 6 maddelik mutabakat olmuştur. Buna göre taraflar;
ilişkileri barış, güvenlik içerisinde geliştirilmesine katkıda bulunacak, karşı
tarafın egemenlik haklarına, uluslar arası hukuk ve anlaşmalara saygı, Ege’deki
meşru, hayati çıkar ve endişelerine karşılıklı saygı, aralarındaki sorunları
güç kullanmadan barışçıl yollardan çözmeye söz vermişlerdir.[24]
Yunanistan’ın
karasularını 12 mile çıkarma çabalarının dayandığı temel nokta 1982 yılında
imzalanan ve 1994 yılından yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesi (The United Nations Convention on the Law of the Sea)’nin,
devletlere karasularını 12 mile çıkarma yetkisi veren 3.maddesidir. Bu maddede
“Her devlet kendi karasularının sınırını
belirleme hakkına sahiptir; bu genişlik, sözleşmeye uygun olarak çekilen esas
hatlardan itibaren 12 deniz milini geçmemek zorundadır.”denmektedir.[25]
Yunanistan, 1982 UNCLOS ile birlikte, 12 milin kabulü yönünde uluslar arası bir
teamül olduğundan bahsetmektedir. Türkiye’nin, Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mili
uygulayarak bu durumu kabul ettiğini söylemektedir. Yunanistan’a göre, 12 mil
uygulaması sonucunda diğer ülkelerin Ege Denizi’ndeki seyir hakkı
engellenmemektedir. 1982 UNCLOS’un 8. Maddesine göre, tüm yabancı gemilerin
Yunan karasularından “zararsız geçiş
hakkı” olacaktır.[26]
Türkiye, her şeyden önce karasularının
genişliği konusunda, herkes tarafından kabul gören ve dünyanın her yerinde
uygulanabilecek olan bir genel kuralın olmadığını vurgulamaktadır. Bu ne
uygulaması zorunlu ne de bir ülke tarafından otomatik olarak uygulanabilecek
olan bir kuraldır. Türkiye, 12 mil kuralının karasularının genişliğini
belirlemede genel kabul gören bir ilke olduğu kabul edilse dahi, bu kuralın,
uygulamaya her zaman açıkça karşı çıkmış olan ve 1982 UNCLOS imzacısı olmayan
bir ülkeye karşı kullanılamayacağı görüşündedir. 1982 UNCLOS’un 123. Maddesi,
tarafları yarı kapalı denizlerde, tek taraflı eylemlerden kaçınmaya
çağırmaktadır. Yunanistan’ın, karasularını tek taraflı olarak 12 mile çıkartması,
1982 UNCLOS’a aykırıdır.[27]
12 mil uygulamasında, Ege’deki kıta
sahanlığının ve hava sahasının çok büyük bir bölümünün de doğrudan
Yunanistan’ın egemenliğine geçeceğinden, bu uygulamaya Türkiye, şiddetle karşı
çıkmaktadır.
2.2.Kıta
Sahanlığı Sorunu
Kıta sahanlığı rejimi, İkinci Dünya
Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ege’de iki ülke arasındaki
sorun, bütün diğer karmaşıklaştırıcı etkenlere rağmen, bölgedeki adaların kıta
sahanlıklarının nasıl belirleneceği sorunudur. Bu konuda herhangi bir anlayış
birliğine varılması sorunun çözümüne büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. [28] Kıta
sahanlığı konusunda, iki ülke arasındaki anlaşmazlık başlıca iki konuda ortaya
çıkmıştır. Konunun özüne ilişkin anlaşmazlık ve anlaşmazlığın çözümü yöntemi.[29]
Yunanistan’a göre, Türkiye’ye yakın veya
uzak, Ege Denizi’nde Yunanistan’a ait olan bütün adaları, Yunan ülkesinin ayrılmaz
bir parçasıdır. Adaların da kıta sahanlığı vardır. Bunun böyle olduğu, 1982
UNCLOS ile de onaylanmış ve adalara ilişkin olarak 1958 Cenevre Sözleşmesi’nin
bu hükmü, bir uluslar arası teamül haline gelmiştir. Bu durum, Yunanistan’ın
Ege’deki bütün adaları içinde istisnasız geçerlidir.[30]
Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasındaki
kıta sahanlığı sınırları, Yunan adalarının, Türkiye’ye en yakın noktaları
dikkate alınarak, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nce de kabul edilen
eşit uzaklık ilkesine göre belirlenmelidir.[31]
Türkiye, Ege’deki kıta sahanlığı
sınırlandırmasının, mutlaka Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilecek
görüşmeler aracılığıyla saptanması gerektiğini söylemektedir. Türkiye, Ege’deki
kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesinde doğal uzantı görüşünün esas
alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu görüşe göre, Ege’deki deniz yatağının
büyük bir bölümü Anadolu’nun doğal uzantısı ve bu adaların büyük bir bölümünün
kıta sahanlığından bahsedilemez.[32]
Ege’nin bir yarı kapalı deniz olduğunu vurgulayarak, bundan dolayı bu bölgedeki
kıta sahanlığı sınırlandırmalarında özel ilkeler ele alınmalıdır.
Kıta sahanlığı anlaşmazlığının çözümü
konusunda iki tarafın görüşleri farklıdır. Türkiye, anlaşmazlığın iki ülke arasında
yapılacak görüşmelerle diplomatik zeminde çözülmesi gerektiğini
vurgulamaktadır. Yunanistan ise 1982 UNCLOS’un kendi tezlerini desteklediği
düşüncesiyle anlaşmazlığı, Uluslar arası Adalet Divanı aracılığıyla çözüme
kavuşturmayı amaçlamaktadır.
2.3.
Hava Sahası ve FIR Hattı Sorunu
Yunanistan, komşuları üzerindeki hava
sahasının genişliğinin, 1944 Chicago Sözleşmesi’nin 1 ve 2. Maddelerine aykırı
olarak, 10 mil olduğunu iddia etmekte, kıyılarından 6–10 mil uzaklıkta uçan
Türk uçaklarının, hava sahasını ihlal ettiklerini söyleyerek kınamaktadır.
Yunanistan, NATO manevralarında hava sahasının 6 mil olduğu görüşünü kabul
etmesi ilginçtir.[33]
Yunanistan’a göre, 10 mil genişlik
uluslar arası hukuka uygundur. Atina, 1931 yılında hava sahasını 10 mile çıkardığında,
Türkiye buna 1974 yılına kadar itiraz etmemiştir. Türkiye’ye göre, Ege’nin
üzerindeki hava sahasının, yaklaşık yarısı uluslar arası hava sahasıdır.
Uluslar arası hukuk çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan bu hava sahasından
serbestçe yararlanma hakkına sahiptir. Türkiye, Yunanistan’ın 1931 yılından
itibaren hava sahasının 10 mil olduğunu belirtmesinin hukuki olmadığını
savunmaktadır. Çünkü uluslar arası hukuk kuralları ve antlaşmalar, bir ülkenin
hava sahasını, ülkenin kara parçası ve kara sularıyla sınırlandırmaktadır.[34]
Uluslar arası hava taşımacılığını
kolaylaştırmak amacıyla dünyadaki hava sahası, çeşitli “Hava Sahası
Bölgeleri”ne ayrılmış ve her ayrılan bölge “Uçuş Bildirim Bölgeleri ( Flight
Information Region (FIR) )” diye
ayrılmıştır. Ege Denizi, 1952’den bu yana Atina FIR’ı içerisindedir. Atina
FIR’ı ile İstanbul FIR’ı arasındaki sınır ICAO( International Civil Aviation
Organization) Konseyi’nce onaylanmıştır. Buna göre, Türkiye’den havalanarak
Batı istikametine uçan uçaklar, durumlarını Atina’ya bildirmek zorundadırlar.
Batı’dan Doğu’ya doğru uçanlar da Türk FIR hattına girdiklerinde durumlarını
İstanbul’a bildirmek zorundadırlar.
Ankara’ya göre sorun Yunanistan’ın FIR
hattını, aynı zamanda egemenlik hakkını sağlayan düzenleme olarak görerek, bu
hattı, hava sahsı sınırı olarak yorumlamasıdır. Bu FIR hattı sadece teknik bir
sorumluluktur.[35] Türkiye, konunun yeniden
düzenlenmesini talep etmektedir. Atina, 1952 yılında imzalanan bu düzenlemeye,
Türkiye’nin 1974’e kadar itiraz etmemesinden dolayı, Türkiye’nin ortaya koyduğu
görüşleri hukuken geçersiz olarak değerlendirmektedir.
2.4.Ege’deki
Bazı Adacık ve Kayalıkların Statüsü Sorunu
Üzerinde yerleşim bulunmayan bazı adacık
ve kayalıkların statüsüne ilişkin olarak Türkiye, son zamanlarda gri bölgeler
tezini ortaya atmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti, Ege’deki
bazı adaları ve adacıkları, doğrudan bu adaların adları söylenerek çeşitli
antlaşmalarla diğer ülkelere terk etmiştir. Fakat Ege’de bu kapsama dâhil olmayan
bazı adacık ve kayalıklar olduğu anlaşılmaktadır. Yunanistan ise, bu adacık ve
kayalıkları kendi adına sahiplenmek için çalışmakta, böylece Ege Denizi’nin
tümüne sahip olma çabasındadır.
İki ülkenin bu kayalıklara verdiği önemin
nedeni; burada varılacak çözümün Ege’deki diğer benzer durumlara ilişkin bir
örnek teşkil edecek olmasıdır. İşte 1995 sonu ile 1996 başı ortaya çıkan Kardak
Krizi bu türdendir.[36]
2.4.1.Kardak
Krizi
25 Aralık 1995 tarihinde, Figen Akat
isimli bir Türk yük gemisinin Bodrum’un Gümüşlük koyunun açıklarındaki Kardak
Kayalıkları’nda karaya oturması, Türk-Yunan ilişkilerinde yeni bir krizin
ortaya çıkmasına yol açmıştır. 26 Aralık günü gemiye yaklaşan bir Yunan sahil
güvenlik botu, kaptana Yunan karasularında bulunduğunu belirtirken, gemidekiler
ise Türk karasularında olduklarını ifade etmiştir. Figen Akat adlı gemi bir
Türk sahil güvenlik botunun korumasında Güllük limanına çekilmiştir.[37]
29 Aralık günü Yunanistan’ın Ankara
Büyükelçiliği, Türk Dışişleri Bakanlığı’na bir nota göndererek geminin Yunan
karasularında karaya oturduğu iddiasını dile getirmiştir. Bu olaydan bir süre
önce Yunanistan, Ege’deki bazı adacıkların iskânına başlamıştır. Ankara’daki Yunanistan
Büyükelçiliği Müsteşarı, 10 Ocak’ta Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret ederek
ikinci Yunan notasını verdi. Notada, 1932 tarihli Türk-İtalyan Antlaşması ile
Kardak’ın İtalya’ya bırakıldığı, daha sonra da halefiyet yoluyla Yunanistan’a
geçtiği iddia etmektedir. Atina’ya göre, Lozan Antlaşması ile Bozcaada,
Gökçeada ve Tavşan adaları dışında Anadolu’ya 3 mil ve daha yakında bulunan
adalar, Türkiye’ye bırakılmış, Ankara bu mesafe dışındaki adalar üzerindeki tüm
haklardan feragat etmiştir.[38]
Türkiye’ye göre, 28 Aralık 1932
Türk-İtalyan toplantı metinleri Milletler Cemiyeti’ne tescil
ettirilmediklerinde hukuki anlamda geçerli değildir. Konuya ilişkin
başvurulabilecek en temel metin 1947 Paris Barış Antlaşması’dır. Antlaşmanın
14. Maddesinde, Yunanlılara bırakılan adalar açıkça belirtilmekte ve bu adalar
arasında yer almayan komşu adacıklar kapsamında olmayan Kardak’ın durumu açık
değildir.
Kardak olayı, 20 Ocak günü hükümete yakın
olarak bilinen Grama isimli Yunan dergisinde yer alan bir haberle kamuoyuna
duyurularak, Türkiye karşıtı bir kampanya başlatıldı. Kamuoyunun baskısıyla
olay, Türkiye ile Yunanistan arasında büyük bir sorun haline gelmiştir.
Yunanistan’ın Kalimnos Adası’nın Belediye Başkanı, 26 Ocak günü Kardak’a
giderek Yunan bayrağını dikmiştir. Buna karşılık ertesi Hürriyet Gazetesi muhabirleri
kayalığa çıkara Yunan bayrağını indirip yerine Türk bayrağı çektiler. Hürriyet
manşetinde “Bayrak Savaşı” ifadesini
kullanarak olayın boyutunu artırmıştır.[39]28
Ocak günü Yunanistan, Kardak Kayalıkları’ndan birine iki askeri tim çıkararak
tekrar Yunan bayrağı astılar. Türkiye buna sert tepki göstererek dönemin
Başbakanı Tansu Çiller şunları söylemiştir: “Türkiye’nin topraklarına göz dikilmesine müsaade etmeyiz’ ifade
etmiş ve “Türkiye egemenlik haklarından
vazgeçmez. Kararlılığımızı ortaya koyarız. Kayalıklardan bayrak indirilmeli,
asker çekilmelidir”[40]
Sami Kohen’e göre bu olayın bu kadar
büyütülmesinin sebebi iki nedene bağlıydı.
“Birincisi, Ege’deki temel anlaşmazlıklarla ilgili. İkincisi ise, medyanın işi
büyütme eğilimi ile ilintili…”[41] Kardak krizi ile
Türkiye’deki geçici hükümete ve Başbakan Tansu Çiller’e soluk alma fırsatı
tanıdığını Derya Sazak şöyle anlatmaktadır: “ Haftalardır kendisine sağlam bir ortak bulamayan Başbakan Tansu Çiller,
bu arada, Yunanistan’ın yeni lideri masaya oturup, anlaşma bile imzalayabilir.
Yunanlı meslektaşı Simitis, şu anda Tansu Hanım’ın başbakanlığını tescil edecek
en önemli kişidir. İç politikada bunalan liderler arasında uluslar arası
sorunlar daima can simidi olmuştur.”[42]
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kardak’taki
iki kayalıktan sadece birine Yunanlıların asker çıkardığı saptanarak üzerinde
Yunan askeri bulunmayan öteki kayalığa asker çıkarılmasına karar verildi. Bu
şekilde çatışma riski azaltılarak Yunanlıları çekilmeye zorlanacaktı. Milliyet
bu olayı sürmanşetinde şu şekilde duyuruyordu: “ADAYA BASKIN. Yunanistan çekilmeyince, biz de Kardak’ın yanın
başındaki kayalığa komando çıkardık.” [43] Bu
gelişme üzerine ABD devreye girerek Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard
Holbrook, Yunan askerlerinin kayalıktan çekilince Türk askerlerinin de
çekilmesi gerektiğini belirtmiştir.[44]
Richard Holbrook her iki ülkeye şu mesajı vermiştir: “İlk kurşun atanın başı ABD ile derde girer” [45]
Bunun üzerine Türk ile Yunan askerleri kayalıklardan geri çekilmiş ve
Türkiye’nin istediği gibi eski statüye dönülmüştü. Yalçın Doğan Kardak
Krizi’nin temelinde egemenlik hakkı yattığını ve Türkiye ile Yunanistan
Lozan’dan bu yana ilk kez egemenlik hakkı yüzünden karşı karşıya geldiğini
ifade ediyordu.[46]
Kardak bunalımının ardından, TSK Harp
Akademileri Komutanlığı tarafından hazırlanan Ege’nin statüsüne ilişkin bir
raporda antlaşmalarla statüleri kararlaştırılmış bulunan ada, adacık,
kayalıklar “Osmanlı İmparatorluğu’nun
halefi olarak Türkiye’nin egemenliğindedir.” Görüşüne yer verilmiştir.[47]
Milliyet gazetesinde yer alan “Ege’deki
150 Ada Osmanlı’dan Miras” başlıklı
haberde, Ege’de 150’ye yakın ada ve adacığın, Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi
olması dolayısıyla hukuki olarak, Türkiye’nin egemenliğinde sayılması
gerektiğinden söz edilerek; Yunanistan’ın Ege’deki bazı ada ve adacıkları
iskana açma çabalarının statüyü kendi lehine çevirme amaçlı olduğu
vurgulanmaktadır.[48]
Yunanistan’ın insan yaşamayan ada, adacıkları iskâna açma politikası, Ege’deki
dengeleri, özellikle ulusal karasuları sınırını ilgilendirmektedir. İskâna açık
olmayan ada ve adacıkların kendilerine has karasuları sınırı olmayışı ve
Yunanistan’ın bu ada ve adacıkları iskâna açarak karasularını sınırını
genişletme çabalarının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.[49]
Kardak Krizi’nin ardından PKK terör
örgütünün lideri Abdullah Öcalan’ın, Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nde
Yunan Hükümeti’nin bilgisiyle saklandığı ortaya çıktı. Öcalan yakalanarak
Türkiye’ye teslim edildi. Bu olay Yunanistan’da büyük çalkantılara sebep olarak
devletin üst kademelerinde değişiklikler meydana getirmiştir. Yunanistan’ın
yeni Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu, Türkiye ile diyalog kurmanın bir suç
olmadığını Yunan halkına kabul ettirerek Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem
ile görüşmelerde bulunmuştur. İki ülkede üst üste meydan gelen deprem
felaketleri de iki tarafın halklarının yakınlaşmasına nende olmuştur. Ama
Kardak, deniz sınırlarının saptanması, hava sahası, karasularının genişliği
gibi önemli konularda bir ilerleme sağlanmamıştır.
3.AZINLIKLAR
VE PATRİKHANE SORUNU
İki ülkedeki azınlıklara ilişkin tutumlar, Ankara-Atina arasındaki
ilişkilerden yoğun bir biçimde etkilenmiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerin
giderek bozulduğu 1990’lı yıllardan itibaren Lozan Antlaşması’nda “Türkiye’deki gayrimüslim azınlık” ve “ Yunanistan’daki Müslüman azınlık”
ifadeleri kullanıldığı için Atina yönetimi ülkesinde Türk azınlığı
bulunmadığını vurgulamaktadır.[50]
Batı Trakya’daki Türk azınlık, 1920
yılında bölge nüfusunun yaklaşık %65’ini oluştururken bugün ise nerdeyse
1/3’ünü oluşturmaktadır. Türkler, 1923 yılında bölgedeki toprakların %84’üne
sahip iken, son yıllarda bu oran %40’ın altına düşmüştür. Bunun nedeni olarak,
Yunanlı yetkililerin bölgede giriştikleri istimlâk hareketlerinde genellikle
Türklerin elinde olan arazileri daha fazla kamulaştırmıştır. 1991 yılının
başlarında, Yunan Başbakan Mitsotakis, Batı Trakya’nın ihmal edildiğini
belirterek olumlu politikalar vaat etmiş olsa da Türklerin elindeki toprakların
kamulaştırılması politikası sürmüştür.
Türkiye ile Yunanistan arasında 1951
yılında imzalanan Kültür Antlaşması ile 1958 tarihli bir Eğitim ve Kültür
Protokolü vardır.[51] Bu
anlaşmalara göre, iki ülke arasında, birbirinin ülkesinde yaşayan azınlıkları
için öğretmen ve eğitim aracı sağlanması konusunda işbirliği yapılacaktır.
Atina, bu işbirliğini yerine getirmekte zorluklar çıkartmış ve sonunda 1992
yılında kültür protokolünü tek taraflı olarak feshetmiştir.
1920 yılında çıkarılan Yunan yasası
gereği, Batı Trakya Türk Cemaati’nin dini lideri durumundaki müftülerin,
bölgedeki Müslüman halk tarafından seçimle belirlenmesi gerekmektedir.
Yunanlılar çeşitli bahanelerle bu yasayı uygulamayarak, müftü seçimine doğrudan
müdahale etmiştir. Sonraki dönemlerde ise Atina, yasal değişiklik yaparak Müftü
atama yetkisini Yunanlı yetkililere vermiştir.[52]
Yunanlı yetkililer, Batı Trakya’da
yaşayan Türk kökenli Yunan vatandaşlarının seçme ve seçilme hakları konusunda
çeşitli engellemeler çıkarmışlardır. Parlamento seçimlerine bağımsız olarak
katılan azınlık üyesi adayların seçimi kazanmaları üzerine Yunanlı yetkililer
1990 yılının sonunda bağımsız bir adayın seçilmesinin %3’lük ülke barajını
geçmesi gerektiği kanunu çıkarmışlardır. Bu yüzden 1993 genel seçimlerinde Türk
azınlık üyeleri, bu barajı aşamamış ve azınlığa mensup adayların seçilebilmek
için bir Yunan partisinden aday olması zorunlu hale getirilmiştir.[53]
Yunanistan’da Türklere uygulanan
baskılardan birisi de yasak bölge uygulamasıdır. Bölgeye giriş çıkış izine ve
bazı kurallara bağlıdır. Bu yöredeki halk oldukça izole biçimde yasamaktadır.[54]
Sovyet rejiminin çökmesinden sonra
Moskova’daki Ortodoks Patrikhanesi önem kazanmıştır. Bu durum İstanbul ve
Moskova patrikhaneleri arasındaki rekabeti hızlandırarak İstanbul’un ekümenik
olma iddialarını yeniden gündeme getirmiştir. Türkiye’den gelen tepkiler
üzerine İstanbul Rum Patrikhanesi, bu ekümeniklik iddiasının dini bir anlam
taşımadığını söylese de başta Rusya ve ABD olmak üzere bünyesinde Ortodoks
kilisesi bulunan ülkeler ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkileri etkileyeceği
ortadadır. Bu durum da, 1923’te Lozan’da varılan anlaşmaya aykırıdır. ABD, Eski
Sovyet Cumhuriyetlerindeki Ortodoks kiliselerini İstanbul’a yönlendirerek
onları Moskova’nın etkisinden kurtarmak amacıyla, Fener Rum Patrikhanesi’nin
ekümenik olma iddialarını desteklemektedir.
4.PKK
BUNALIMI
PKK ayrılıkçı terör örgütü bir yandan güneydoğuda silahlı eylemlerde
bulunurken, komşu ülkelerden de lojistik ve siyasi destek alıyordu. PKK,
Atina’da resmi büro açmış ve Yunan Parlamentosu’ndan temsilciler katılmıştır.
Taki Berberakis bu olayı, şu şekilde duyurmuştur:
“Basın
toplantısına Yunan Parlamentosu Başkan Yardımcısı Panayotis Kritikos’la
birlikte PASOK ve Yeni Demokrasi partili 3’er milletvekiliyle, bir sol ittifak
ve 1 bağımsız milletvekili de katıldı. Toplantıda konuşan Sosyalist
milletvekili Costas Vadubas, Atina’nın PKK’ya desteğini beyan ederken, geçen
yıl parlamentoyu temsilen giden üç milletvekilinin Apo’ya ilettikleri
‘Yunanistan Daveti’ni de yineledi.” [55]
Yunanistan’ın PKK’ya yapmış olduğu destek
konusunda Başbakan Mesut Yılmaz şunları söylemiştir:
“Yunanistan
Hükümeti’nin güttüğü belli olan stratejik amaç, Türkiye’yle ilişkileri üstünlük
konumundan yürütebilmek hevesiyle, bir
yandan Türkiye’nin çok yönlü kalkınma hamlelerine sekte vurmak, diğer yandan da
AB’den başlayarak ülkemizin Batı ile ilişkilerini onarılması güç olacak şekilde
zedelemek ve mesafelendirmektedir. Bu çerçevede kullanılan başlıca yöntemler,
bir taraftan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, istikrarına ve huzuruna kasteden
PKK terörüne verilen destekte; diğer taraftan da Türkiye-Yunanistan
ilişkilerinde özellikle Ege sorunlarından kaynaklanan gergin ortamın
canlılığını koruyabilmesi için harcanan çabalarda somutlaşmaktadır. Atina’nın
Ege’de mevcudiyeti dünyaca bilinen birçok sorunun ısrarla inkâr etmesini,
makulün sınırları dâhilinde başka türlü izah edebilmek mümkün değildir.” [56]
Öcalan’ın yargılanması sırasında vermiş
olduğu ifadelerde Yunanistan’ın PKK ile ilişkileri açıkça görülmüştür. Enis
Berberoğlu bu ilişkiyi şu şekilde yazmıştır:
“1994
senesinde Yunanistan’da PKK’nın kampları açıldı. Lavrıion Kampı’nda PKK’lı
gençlere daha çok ideolojik eğitim veriliyordu. Ayrıca Yunanistan’da küçük
gruplarımızın yerleşmesi için evler de vardır. Tahmin ediyorum kiradır. Lavrion
Kampı’ndan başka bir de bomba eğitimi veren Dimitri Elen kampımız vardır. Banka
eğitimini, kamp eğitimini ve küçük grupları barındırmak hususunda organizede
bizim dost tabir ettiğimiz Yunan Gizli Servisi’nin yardımı olmaktadır.
Yunanistan’dan para yardımı da almaktayız. Bu para yardımını daha ziyade sivil
kurumlardan almaktayız. Kiliselerden almaktayız, sendikalardan almaktayız. Bir
de bize ait dergiler etrafında aldığımız bağışlar vardır. Bu bağışlar mesela
100 liralık derginin 1000 liraya satılması gibi alınmaktadır.” [57]
Özellikle Yunanistan ile sorunlar
çerçevesinde, Türkiye’nin bu ülkeye yönelik tepkisi sonuçsuz kalarak
Yunanistan, PKK’yı bir terör örgütü olarak saymadığını, bu örgütün mücadelesini
insan hakları ve demokrasi bakımından değerlendirildiği ifade edilmiştir.[58]
Yunanistan’ın terör örgütüne vermiş olduğu desteği protesto eden
Türkiye’nin, bu protestosu, uzun süre
Yunanistan tarafından reddedilmiştir. Ancak Abdullah Öcalan’ın Kenya’da
Yunanistan Büyükelçiliği’nde Yunan Hükümeti’nin bilgisiyle saklandığının açığa
çıkması ve yakalanmasından sonra durumu kabullenmek zorunda kalmıştır.[59] Bu
gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Manila’daki basın
açıklamasında; “PKK’nın en büyük
destekçileri arasında yer alan ve son olaylarla suçüstü yakalanan Yunanistan’ın
terörü destekleyen ülkeler listesine alınmasını” istemiş ve “ Yunanistan’ın yasadışı davranışlarını
sürdürmesi durumundan Türkiye’nin uluslar arası hukuktan doğan meşru müdafaa
hakkını kullanacağını” vurgulamıştır.[60]
Güneri Cıvaoğlu da Türkiye’nin, Yunanistan’ın bölücü örgütle suç ortaklığını,
tanıklarla tüm dünyaya göstermesi gerektiğini vurgulamaktadır.[61]
Sami Kohen’e
göre Demirel’in konuşmasından şunu anlamalıyız: “Yunanistan’ın aynı tavrı sürdürmesi halinde, Türkiye’nin bunu bir
savaş nedeni sayacağı anlamına gelir.” [62]
Yunanistan’da hükümet, olayın hükümetin
inisiyatifi dışında geliştiğini ileri sürere sorumlular hakkında yargıya
başvurmuş ve Dışişleri Bakanı T.Pangalos, İçişleri Bakanı Papadopulos ve Kamu
Düzeni Bakanı Pesalnikos istifa etmiştir. Atina Savcılığı’nın Öcalan’ın
Yunanistan’a yasadışı biçimde getirilmesi olayını soruştururken hazırladığı
raporda şunları dile getiriyordu:
“Özellikle
Öcalan’ın yasadışı biçimde Yunanistan’a getirilmesi ve misafir edilmesi,
Türkiye’ye karşı düşmanca bir girişim olarak nitelendirilebilir. Türkiye’nin,
bu tür girişimlerin savaş nedeni olacağı yolundaki tezi zaten biliniyor. Bu
hareketler, hükümetin onayı ile yapılmamıştır ve hükümetin Öcalan’ın ülkeye gelmesinin
milli açıdan zararlı olduğu ve kendisine sığınma hakkı tanınmayacağı yolundaki
tezine de aykırıdır. Yunanistan’ın zor durumda kalmasına yol açan bu hareket,
Türkiye’nin Yunanistan’a karşı düşmanca bir girişimde bulunmasına da yol
açabilir. Türkiye’nin bu konudaki bilinen tezi çerçevesinde, Öcalan’ın ülkeye getirilmesinin, Türk
halkının Yunanistan’a karşı düşmanlık duymasına ve iki ülke arasında gerginlik
doğmasına yol açması doğaldır.” [63]
Abdullah Öcalan tutuklandıktan sonraki
ifadesinde, Suriye’yi terk ederek Yunanistan’a gidişini şu şekilde ifade
etmiştir:
“…Yunanistan’a
geldiğimizde o zamana kadar bana büyük ilgi gösteren, PKK’ya dost olduğunu
ifade eden Yunanistan, son derece kötü yüzünü gösterdi. Bana 3 saat içinde’ ya
geldiğin yere geri döneceksin veya istediğin yere gideceksin’ dediler. Bu arada
Rozerin(Rozalin), Yunan servisinden Dimitris ile görüştü… 29 Ocak 199 tarihinde
Rusya’dan ayrıldık… Bana Badovas ve Nagazakis büyük güvence verdiler.
Yunanistan’a kabul edileceğini söylediler. Yunanistan’a geldik… Ancak yetkili
ve sorumlu durumunda olan Dimitris beni görünce yeniden hırçınlaştı, derhal
gönderileceğini söyledi” [64]
Uzun yıllar Türkiye’ye yönelik eylemlerine
verdikleri her türden desteğin sonucu olarak algılamış olduğu gerekmektedir.
Ancak PKK’ya verilen desteğin Türkiye ile sıcak bir çatışmaya yol açabilecek
olması veya bu ilişkinin bir Türk-Yunan sorunu olarak algılanmaya başlanması,
Yunanistan’ın politika değiştirmesine neden olmuştur.[65]
Yasemin Çongar ABD’nin bu olaylara bakışını şu ifadelerle anlatmıştır: “PKK ve lideri Abdullah Öcalan konusunda
Türkiye’nin tezlerine, çabalarına en fazla destek veren ülke ABD, buna kuşku
yok… Ancak aynı ABD, simdi Türkiye’nin Yunanistan’a karşı bağıra çağıra
suçlamalarda bulunmasını ve askeri tehdit çağrıştıran ifadeler kullanmasını çok
yadırgıyor.” [66]
Yunanistan’daki hükümet, uluslar arası
kamuoyu önünde ayrılıkçı terör örgütünü destekleyen bir ülke olarak en az terör
örgütü kadar suçlu olma suçlamalarından kurtulabilmek için bunun bir hükümet
politikası olmadığını ve olaya karışanların cezalandırılacağını göstermeye
çalışmıştır. Bu olaylardan sonra Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Yunanistan’ın
terörizmi desteklemeyi kestiğinde Türkiye ile Yunanistan’ın terörizmle mücadele
konusunda iki ülkenin ilişkilerinin geliştirilmesi gerektiğine ifade edince,
Yunanistan Dışişleri Bakanı da buna olumlu cevap vererek memnuniyetini dile
getirmiştir.[67]
SONUÇ:
1990
sonrasında Yunanistan’ın ana hedefi, Güney Kıbrıs Türk Yönetimi’ni, Kıbrıs
adasının tümünü temsil edecek şekilde Avrupa Birliği’ne üye yapmaktı. Bu amaç
uğrunda Güney Kıbrıs’a yeterince destek vermiş ve sonuç olarak AB’ye üye
olmasına olanak sağlamıştır. Türkiye ise AB ile Gümrük Birliği anlaşması
imzalamış ve fakat bunun karşılığında Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyeliği
yolunu bloke etmekten vazgeçmiştir.
Kıbrıs konusunda amacına ulaşan Yunanistan
daha sonra Ege Denizi’nin bir Yunan Denizi haline gelmesi için yoğun bir çaba
sarf etmiştir. Yunan karasuları sınırını 12 mil çıkarması durumunda, Ege’deki
kıta sahanlığının ve hava sahasının çok büyük bir bölümünün de doğrudan
Yunanistan’ın egemenliğine geçeceğinden, bu uygulamaya Türkiye, şiddetle karşı
çıkmıştır. Yunanistan, Ege’deki statüsü belirlenmemiş olan adacıkların
kendilerine ait olduğunu vurgulamışsa da Türkiye buna çok sert tepki
göstermiştir. Kardak Krizi ile Türkiye, Ege Denizi’ne ilişkin politikasında
değişikliğe gitmiştir. Kardak vesilesiyle Türkiye, tüm Ege’de adasal statükoyu,
Lozan’dan bu yana ilk kez açıkça sorgulamaya başlamıştır. Kardak Krizi’nin
zirveye çıkmasında her iki ülkenin kamuoyunun payı büyüktür.
1990’lı yılların sonunda Atina’nın PKK’ya
verdiği destek, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile açığa çıkınca iki
ülke arasındaki kriz giderek büyümüştür. Türkiye’nin başlardaki sert tepkisi
Yunanistan’ın, Türkiye’yi AB yolunda kısmı desteklemesi nedeniyle yumuşamıştır.
Türkiye’nin Aralık 1999’da AB adaylığı süreci ve devamında da üyeliği konusunda
ortaya çıkan olumlu hava, Yunanistan ile ilişkileri kolaylaştırmıştır. İki
ülkenin dışişleri bakanları karşılıklı görüşmelere başlamışsa da karasuları
sorunu, kıta sahanlığı sorunu ve Kıbrıs sorunlarında ilerleme sağlanmamıştır.
Günümüzde de aynı sorunlar tüm sıcaklığıyla sürmektedir.
KAYNAKLAR:
*Onur Öymen, Silahsız
Savaş, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007
*Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ VE BÜYÜK GÜÇLER Kıbrıs, Ege ve Diğer
Sorunlar, Der Yayınları, İstanbul, 2000
*Çiler Eminer ve Gülden İlkman, Avrupa Birliği ve Kıbrıs, Lefkoşa: Dışişleri Bakanlığı, 1997
*Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği’ne Üye Olabilir mi? TBMM,
Ankara, Haziran 2001
*Melek Fırat,1990–2001
Yunanistan’la ilişkiler, Baskın Oran (Der.), Türk Dış Politikası Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar,
Cilt. 2, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001
*Melek Fırat, AB-Kıbrıs
İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları, Gencer Özkan-Şule Kut (der.), En
Uzun On Yıl, Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı
Yıllar, Boyut Yayınları, İstanbul, 1998
*Sabahattin İsmail, Kıbrıs'ta
Yunan Sorunu (1821–2000), İstanbul
* M.
Murat Erdoğan, Hüseyin Bağcı, F. Seda Kundakçı, Türk Medyasında Türk-Yunan İlişkileri ve Avrupalılaşma 1994–2006,
TBMM, Ankara, 2008
* Theodoros Katsoufros, Ege
Deniziyle İlgili Türk-Yunan Uyuşmazlıkları, Semih Vaner, der, Türk Yunan
Uyuşmazlığı, İstanbul, Metis Yayınları, 1990
* Nurcan Özgür, 1989
Sonrası Türkiye-Yunanistan İktisadi İlişkileri; Olanaklar ve Sorunlar,
İktisat Dergisi, Sayı:386
* Gülden Ayman, Türk-Yunan
İlişkilerinde Güç ve Tehdit, Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk
Sönmezoğlu, İstanbul, DER Yayınları, 1998
* Şükrü Sina Gürel, Tarihsel
Boyut İçerisinde Türk-Yunan İlişkileri (1821–1993) , Ümit Yayıncılık,
Ankara, 1993
* Hüseyin Pazarcı, Ege
Denizi’ndeki Türk-Yunan Sorunlarının Hukuki Yönü, Semih Vaner, der,
Türk-Yunan Uyuşmazlığı, İstanbul, Metis Yayınları
* Gülden Ayman, Kardak
Krizinin Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi, Foreign Policy (Türkiye Baskısı).
Yıl:1, sayı:2
* Yüksel İnan ve Sertaç H. Başeren, Kardak Kayalıklarının Statüsü, Ankara, 1997
* Dr. Fuat Aksu,
Türk-Yunan ilişkileri, Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi,
Ankara, 2001
* Baskın Oran, Türk-Yunan
İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Güncelleştirilmiş İkinci Basım, Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1991
* Sami Kohen, Bir
Kayalık İçin… (mi?), Milliyet, 30 Ocak 1996
* Derya Sazak, Kardak
Krizi, Milliyet 30 Ocak
* Yasemin Çongar, ABD’den
Savaşmayın Uyarısı, Milliyet, 31 Ocak 1996
* Yalçın Doğan, Savaşa
Koşar Adım… Milliyet, 31 Ocak 1996
* Taki Berberakis, Kardak’ta
İnat Düğünü, Milliyet, 16 Mayıs 1999
* Taki Berberakis, PKK,
Atina’da büro açtı, Milliyet, 1 Mayıs 1998
* Enis Berberoğlu, PKK’nın
Paraları Atina Bankalarında, 30 Mayıs 1999
* İsmail Soysal, Atina’nın
Tutumuna Seyirci Kalınamaz, Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995
* Güneri Cıvaoğlu, Suç
Ortaklığı, Milliyet, 23 Şubat 1999
* Sami Kohen, Dış
Politikada Sertleşme… , Milliyet, 23 Şubat 1999
* Tolga Şardan, Nairobi’de
Çatışabilirdik, Milliyet, 28 Şubat 1999
* Yasemin Çongar, ABD
gidişattan rahatsız, 8 Mart 1999
[1] Onur Öymen, Silahsız Savaş, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2007, s.462
[2] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ
VE BÜYÜK GÜÇLER Kıbrıs, Ege ve Diğer Sorunlar, Der Yayınları, İstanbul,
2000, s.298
[3] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … … s.464
[4] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.298–299
[5] Çiler Eminer ve Gülden
İlkman, Avrupa Birliği ve Kıbrıs, Lefkoşa:
Dışişleri Bakanlığı, 1997, s.39–40
[6] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … … s.466
[7] Türkiye-AB Karma
Parlamento Komisyonu, Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi Avrupa Birliği’ne Üye Olabilir mi?, TBMM, Ankara, Haziran 2001, s.17
[8] Türkiye-AB Karma
Parlamento Komisyonu, Güney Kıbrıs Rum …
… … , s.19
[9] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.301
[10] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.305
[11] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.303
[12] Melek Fırat,1990–2001
Yunanistan’la ilişkiler, Baskın Oran (Der.), Türk Dış Politikası Kurtuluş
Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. 2, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2001, s.455–463
[13] Melek Fırat, AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları,
Gencer Özkan-Şule Kut (der.), En Uzun On Yıl, Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve
Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, Boyut Yayınları, İstanbul, 1998
s.274–275
[14] Sabahattin İsmail, Kıbrıs'ta Yunan Sorunu (1821–2000), İstanbul,
s.132
[15] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … …, s.469–470
[16] Türkiye-AB Karma
Parlamento Komisyonu, Güney Kıbrıs Rum… …
… , s.21
[17] M. Murat Erdoğan, Hüseyin
Bağcı, F. Seda Kundakçı, Türk Medyasında
Türk-Yunan İlişkileri ve Avrupalılaşma 1994–2006, TBMM, Ankara, 2008, s.76–77
[18] Türkiye-AB Karma
Parlamento Komisyonu, Güney Kıbrıs Rum… …
… , s.23
[19] M. Murat Erdoğan, Hüseyin
Bağcı, F. Seda Kundakçı, Türk Medyasında
………s.77-78
[20] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … … s.472
[21] Theodoros Katsoufros, Ege Deniziyle İlgili Türk-Yunan
Uyuşmazlıkları, Semih Vaner, der, Türk Yunan Uyuşmazlığı, İstanbul, Metis
Yayınları, 1990, s.78–81
[22] Nurcan Özgür, 1989 Sonrası Türkiye-Yunanistan İktisadi
İlişkileri; Olanaklar ve Sorunlar, İktisat Dergisi, Sayı:386, s.42-48
[23] Theodoros Katsoufros, Ege Deniziyle………, s.82-83
[24] Gülden Ayman, Türk-Yunan İlişkilerinde Güç ve Tehdit,
Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk Sönmezoğlu, İstanbul, DER Yayınları,
1998, s.543–544
[25] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.324
[26] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.326
[27] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.328
[28] Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçerisinde Türk-Yunan
İlişkileri (1821–1993) , Ümit Yayıncılık, Ankara, 1993, s.71
[29] Theodoros Katsoufros, Ege Deniziyle………, s.92
[30] Theodoros Katsoufros, Ege Deniziyle………, s.92-93
[31] Hüseyin Pazarcı, Ege Denizi’ndeki Türk-Yunan Sorunlarının
Hukuki Yönü, Semih Vaner, der, Türk-Yunan Uyuşmazlığı, İstanbul, Metis
Yayınları, s.108-109
[32] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.333
[33] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.334
[34] Theodoros Katsoufros, Ege Deniziyle………, s.86
[35] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.336
[36] Gülden Ayman, Kardak Krizinin Türk-Yunan İlişkilerine
Etkisi, Foreign Policy (Türkiye Baskısı). Yıl:1, sayı:2, s.116–118
[37] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … … s.480–481
[38] Yüksel İnan ve Sertaç H.
Başeren, Kardak Kayalıklarının Statüsü,
Ankara, 1997, s.4
[39] Hürriyet, 28 Ocak 1996, s.1
[40] Milliyet, Ege’de Kriz, 30 Ocak 1996, s.18
[41] Sami Kohen, Bir Kayalık İçin… (mi?), Milliyet, 30
Ocak 1996, s.18
[42] Derya Sazak, Kardak Krizi, Milliyet 30 Ocak, s.16
[43] Milliyet, 31 Ocak 1996, s.1
[44] Onur Öymen, Silahsız Savaş, … … … s.484–485
[45] Yasemin Çongar, ABD’den Savaşmayın Uyarısı, Milliyet, 31
Ocak 1996, s.17
[46] Yalçın Doğan, Savaşa Koşar Adım…, Milliyet, 31 Ocak
1996, s.13
[47] Dr. Fuat Aksu, Türk-Yunan ilişkileri, Stratejik
Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi, Ankara, 2001, s.106
[48] Milliyet, 6 Ekim 1998, s.18
[49] Taki Berberakis, Kardak’ta İnat Düğünü, Milliyet, 16 Mayıs
1999, s.21
[50] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.344
[51] Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu,
Güncelleştirilmiş İkinci Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1991, s.119-120
[52] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.346
[53] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.346-347
[54] Prof. Dr. Faruk
Sönmezoğlu, TÜRKİYE-YUNANİSTAN ………,
s.347
[55] Taki Berberakis, PKK, Atina’da büro açtı, Milliyet, 1
Mayıs 1998, s.15
[56] Milliyet, 1 Mayıs 1998, s.15
[57] Enis Berberoğlu, PKK’nın Paraları Atina Bankalarında, 30
Mayıs 1999, s.12
[58] İsmail Soysal, Atina’nın Tutumuna Seyirci Kalınamaz,
Cumhuriyet, 5 Temmuz 1995, s.10
[59] Dr. Fuat Aksu, Türk-Yunan ilişkileri,… … …, s.207
[60] Milliyet, 23 Şubat 1999, s.1
[61] Güneri Cıvaoğlu, Suç Ortaklığı, Milliyet, 23 Şubat 1999,
s.19
[62] Sami Kohen, Dış Politikada Sertleşme… , Milliyet, 23
Şubat 1999, s.18
[63] Cumhuriyet, Türkiye’ye Düşmanca Davranıldı, 13 Mart 1999, s.11
[64] Tolga Şardan, Nairobi’de Çatışabilirdik, Milliyet, 28
Şubat 1999, s.21
[65] Dr. Fuat Aksu, Türk-Yunan ilişkileri,………, s.211
[66] Yasemin Çongar, ABD gidişattan rahatsız, 8 Mart 1999,
s.21
[67] Dr. Fuat Aksu, Türk-Yunan ilişkileri……..,s.213
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder